25 Aralık 2008 Perşembe

google DAKİ ADAMLA ÇOCUK NE YAPIYOR ALLASEN?!!!

Yahu kardeşim bu google daki adamla çocuk napıyo lan orda günlerdir? Ben mecbur muyum onların ne yaptığını düşünmeye? Uykularım kaçıyor! Gözlerimin altı eşeğin amına döndü. Resmen saçmalık dün dedim roket mi yapıyo bu piçler acep? Baktım bugün tahta tren gibi bişey yapıyolar? Ya da kıyma makinası. Ya da uranyum mu zenginleştiriyorsunuz lan siz! Şerefsizim ihbar ederim sizi Obamaya! Atom bombası mı hazırlıyorsunuz olm yoksa! Napıyosunuz olm siz orda? Hem siz kimsiniz? Çekilsenize olm! Ben renkli pıtırcık gibi google yazımı görmek istiyorum orda! Koca internette başka yer mi bulamadınız olm, gecekondu gibi geldiniz yaşıyosunuz lan google yazısının üstünde! Pis herifler!

23 Aralık 2008 Salı

DAVID STERN AKILLI OLSUN !!!!

Evet! Yeni bir çıkmaz ile daha karşınızdayız. İnsanlığın sorunları çöz çöz bitmiyor amına koyim. Geçenlerde Lebron James imin maçını izlerken fark ettim. Ulan bu NBA denen mevzuyu bunca popüler eden, tüm emekçileri siyahi derili vatandaşlarımız yani zenciler. Aslan parçalarım nası da drivelar, smaçlar, üçlükler. Dağıtıyolar ortalığı. Arada sırada da yanlarına Larry Bird, Nowitzki felan gibi beyaz derililer giriyo ama sonuçta neredeyse tamamı zenci basketbolcu. Yani NBA i NBA eden siyahi kardeşlerimiz. İşte sorumuz geliyor ;



Ulan madem durum budur niçin NBA logosunda lavuk kepçe kulaklı bi beyaz adam var? Kılçık gibi kassız kollarıyla top sürmeye çalışıyor bi de nerdeyse yere düşecek!!! Niye ulan! Kesin gözleri de çipil çipil bakıyordur. Koca NBA logosu için silüetini çektikleri adama bak! Pis herifler!! Bıktım ulan bu kapitalizmden, ırkçılıktan!! Derhal Michael Jordan silüeti konsun NBA logosuna!! Derhal!!!



Al bakalım pis silüet! Top öyle sürülmez böyle sürülür !!!






Şu top sürmedeki zerafete bakınız. Kusursuz bir denge, namludan taze fırlamış bir mermi gibi ilerliyor adam. Sonra da logodaki silüete bak!!! Protesto ediyoruz!!

19 Aralık 2008 Cuma

SAKİN GÖLLERİN KUĞUSUYDUK...

Halojen lamba mı 6 ok mu?
Cevab veremem,
Neden vereyim?
Emekçi alın teri yok sayılırken,
Proleter güç göz ardı edilirken,
Cevab neden vereyim.
Vermem, kimseye!
Bankadaki milyonlarca dölarım göz göre göre erirken,
Bu cevab niye?!
Konutlarımın ederi dibe vurmuşken,
Nasıl unuturum devrimi,
Mevduatlarım mı tek endişem?
Hayır!
Sen ki bana hoyratlanmış el kızı,
Sen ki bana tövbelenmiş mercimek çorbası,
Hani dağılan ekmeğin buğusu,
Hani göğsümün daralması,
Olmasaydı sonumuz böyle…
Hiç biriniz beni yolumdan geri çeviremez,
Ne benli, ne de bensiz,
En çok da bensiz,
Belki de kimsesiz,
Lehman Brothersız…



Not : Ve evet sevgili şiir dilencileri, yine ben. Genç Şair Sinan is back!!! Döndüğümde sizleri hala daha burada bulabilmek inanın şiirin tabiatına aykırı ama insan doğasına o kadar yakın ki anlatamam : ))) Ne de olsa insanım tüm şairliğimin yanında. İşte bir süre uzak da kalsam içimde yükselen şiir yazma tutkusunun kırbaçlarına daha fazla dayanamadım ve fışkırdım. Adeta duygusal bir orgazmın dışa boşalımını üzerlerimizde hissettik dizelerimde. Hepimiz ıslandık, hepimiz semenliyiz. Şiirin yazılımını bir doğum olarak algılarsak her bir dize bir tektonik vuruştur, her bir kelime bir ileri ya da bir geri harekettir! Zamansa sadece bir mekandır olum bitimin şahidi. İşte bu duygular eşliğinde sizlere, kendime ve en önemlisi devrimci literatüre bir şiir daha bırakmanın kutlu gönencini içimde taşıyor, ister istemez duygusal anlar yaşıyorum. Bu ne şiir be bu böyle! Bu ne kutlu payaslı duygular!!! Tam da hayatın bam teline soktuk itirazımızı! Güncelden çıkıp evrensele muhalefet ettik. Ama olsun ne de olsa konumuz şiir, eninde sonunda hepimiz bir gün bir şiir yazıp hayatımızı onun emrine sunacağız, bundan kaçış yok. Ben ömrü hayatımda şiir yazmamış birisi görmedim. Umarım da görmek nasip olmaz. Çünkü şiir yazmamış birini görmek demek Deccalin dünyaya indiğini haber almakla eşdeğerdir nazarımda ki o gün, işte o gün en büyük emelim devrimin vücuda getirilmiş olmasıdır. İşte sadece devrimin ihtimalden çıkıp realiteye hükmettiğini görmek bana Deccale “Siktir lan ordan” deme hakkını verir dostlarım bilmem yanılıyor muyum? Bence yanılmıyorum. Burada toplanmış tüm emekçi dostlar bence bu fikri Nişantaşında bir cafede dostlarıyla Martini Bianco tokuşturarak kutlamak dışında bir şey düşünmüyordur yahut Portakallı ördeğin o lokum gibi etlerini çatalıyla ayırdıktan sonra ağzına götürüp hemen akabinde yanıbaşında yatan soyulmuş, dilimlenmiş bir parça portakalı ağzına atmak… O iki müthiş tadı aynı anda hissetmek adeta emek vermek ve devrime gönül vermek. Ah dostlarım bunlar hep ortak duygular ve nerde ortak duygu var işte orada başlar devrim, işte orada başlar ortak vicdan, ortak devinim. Ve eğer illa ki bir tanrı varsa yeryüzünde o da şiirdir ki onun suretinde biz faniler zaman denilen Azrailin mesaisini duyumsarız. Azrail denince sakın korkmayınız, dikkat edin o da mesaide yani emekçi. Azrail de bir proleterdir bilmem anlatabildim mi? Duygularımı sizler gibi münevverlerle paylaştığım için o kadar gönençliyim ki anlatılmaz. Sevgiyle kalın, şiirle kanıksayın…

MERHABA !!!!

GŞS

OTURUP DİNLENİLECEK TEK BİR YER YOK ULAN!

Uzay açısından, günlerden bir dünya günüyken ve insanın, bedenini, kendi beslediği bir evcil hayvan gibi gezdirme anları olan ve bizim “yaşamak” adını taktığımız eylemi ifa eylerken ben, Kabil’in Habil’i öldürdüğü yaştayken ben, vakti zamanında “Oturup dinlenilecek tek bir yer yok ulan!” diye kendi kendime haklı bir serzenişte bulunduğumda, beynime bir çivi gibi çakılmıştı aydınlanma. O kadar yorulmuştum ki devingenlikten, dünya bir an gözüme bir Escher tablosu gibi görünüvermişti. Çıkışı yoktu adeta, yürü baba yürü geldiğin nokta yine aynıydı ama tam da aynı değildi çünkü yürümeye başladığın noktadaki sen ile geri döndüğün noktadaki sen bir değildin zaten en baştaki yola çıkma fikrin, yol bittiğindeki fikrin ile alakasızdı ya da her neyseydi. Beat kuşağının dibini oyduğu kadarından anlaşıldığı üzere bulduğun ile aradığın hep farklı oluyordu garip bir şekilde. Birden “Bir şeyin olması için olması gerekmez ?!” dedim gayri ihtiyari o an kendime ve rahatlayıverdim. Oturuverdim güzelce. ( Hala daha da kalkmış değilim. ) Sanki o ana kadar yanımda hırlayarak gezen, salyalı, beni tedirgin eden, iki ayağımı bir pabuca sokan azgın bir hayvanın, mistik bir kabullenişle mırıltılar çıkararak yanı başıma kıvrılarak uzandığını algıladım. Her şey donmuştu çevremde ama oturmamla daha da çok hareketlenmiştim sanki. Bu çok açıktı. İnanılmaz bir hıza sahiptim. Görüp algıladıklarımı dile getirmem mümkün değildi. Sakin bir şekilde, kendi içindeki şapkasından ele avuca gelmez bir vahşilik çıkaran, bir hokkabaz gibi hissettim kendimi o an. Bunları tam da üzerimden kendimi izleyen yeni bir “ben”in oluşmasından biliyordum. O biliyor, görüyor ve gelip bana anlatıyordu.


Yaşamın mütemmim cüzünün ölüm olduğunu, bu içinde habersizce büyüyüp serpildiğimiz ve oluşturduğumuz doğal terkibibentin sonlarındaki kafiye adı verilen benzeşik sonların aslında bir son olmadığını ilk o an idrak etmiştim ki o sonun aslında bir başlangıç da olmadığını bir süre daha oturduktan sonra algıladım. Cevap çok açıktı; Yalnız bir ruhun ( tüm ruhlar yalnızdır) ne de çok potansiyel yoldan çıkaranı vardı, aklını karıştıran, özünü çalkalayan, emeğini zamana katık eden bu haysiyetsiz bir geçit törenine dönüştürülmüş, bu adına toplumsallaşma denilen hayat kumpanyasında. Ne de çok yatağı vardı akacak oysa ki ruhların. Varoluşuna anlam bulmaya çalışmakla ve dahi o bulduğunu sandığı anlam ile sarılıp sarmalanıp bir masif kütleye dönüşerek heba edilmiş hayatların, yaşamını bir avuç çıraya har etmişlerin is benzeri kokusu geliyordu burnuma. Yanıyordu tüm bir dünya oturduğum yerden ben yavaş yavaş sönerken gözlerimin önünde. Şaşkındım. Bu kez ruhum sanki bir tür kafese kapatılmış, panik halinde çıldıran, aklını kaybetmeye ramak kalmış bir yaratığa dönüşmüştü. Akacak ruh bedende durmazdı sonuç olarak, sen istesen de istemesen de dedim kendime. Gelsin yenisi dedim. Karşılığım çok gecikmedi tepemde durandan “ Bir şeyin olması için olması gerekmez!” …


Tekrar sakinleştim, doğru söylüyordu. Sakinlik gibisi yoktu. Bunu kendime üç kere söyledim ve gülümsedim. O an bir kurbağa vırakladı. Çağrıldığımı anladım ama kalkmadım yerimden…

MEVLANA, SAVAŞ VE BEN...

Dün gece yolda yürüyorum. Yol kenarını parsellemiş bir değnekçi "Gel gel gel" yapıyordu park etmeye çalışan bir arabaya. Kafasında garip bi sarık, üzerinde yeşil bir kaftan vardı. Nev-i şahsına münhasır bir moda anlayışı var adamın diye düşünürken ben, yakınlaştıkça değnekçinin Mevlana olduğunu gördüm. Hala "Gel gel gel" çekiyordu arabaya. Adam arabayı park ettikten sonra Mevlanaya 5 YTL verdi. Mevlana da parayı alıp sakalının her iki yanına sürttürüp gülümseyerek kaftanın içlerine soktu. Şaşırmış hem de çok şaşırmış olmakla beraber yürümeye devam etmeye, sanki hiç garip bir şey yokmuş gibi davranmaya çalışıyordum ki çok eski bi arkadaşımı gördüm. Yanında Wietnamlı bir kadın, kadının kucağında da arkadaşımın kafasının tıpa tıp aynısı bir kafaya sahip bir bebek vardı. Arkadaşıma şaşkınlıkla baktım çünkü kendisi zaten evli ve çocukluydu fakat bunlar onun çekirdek ailesinin devamı değildi. Arkadaşıma dedim ki "Abi 100 metre geride bi otopark var Mevlana değnekçi olarak çalışıyor buna inanabiliyor musun?" Şaşırdım kendime. Oysa ki ben ona "Lan allahsız! Senin karın ve çocuğun vardı zaten! Onlara naaptın? Ne bu Wietnamlı kadın ve bebek?! Hem bu bebeğin kafatası neden seninkisiyle tıpa tıp?!!" diyecektim. Arkadaşım da bana cevaben " Savaş çok kötü birşey dost" dedi. Şimdi delirecektim. "Lan ne savaşı amın düdüğü" demeye kalmadan, inceden bi siren sesi gelmeye başladı. "Hava saldırısıııııııııııııı!" diye bağırıp kaçışıyordu tüm insanlar. "Lan noluyor" demeye kalmadan koşmaya başladım. Tam otoparkın oradan geçerken Mevlanayı yerin dibine doğru açılan bi kapağı kaldırmış insanlara "Gel gel gel" derken gördüm. Göz göze geldik Mevlanayla. Tam bu sırada kafası, arkadaşımın kafatasının küçük bir fotokopisi olan Wietnamlı bebek arkadan "İlerleyelim beyler" dedi. "Lan sen nası Türkçe konuşmayı öğrendin bamya kadar boyunla " demeye kalmadan bana tekme atıp geçti yanımdan leblebi kadar kafasıyla. Mevlana onu da içeri aldı. Bana da bakıp "Gel" dedi. Gelmem manasında omuz silktim Mevlanaya. Siren sesinin şiddeti inanılmaz artmaya başlamıştı. Anladığım kadarıyla artık bombaların düşmesi an meselesiydi fakat hala bizi kimin, niye bombalıyacağını anlayamamıştım. Mevlana bir süre daha bana baktıktan sonra kendisi de sığınağa girip kapağı kapattı. Sokağın ortasında tek başıma kalmıştım. Siren sesinin şiddetinden kulaklarımı ellerimle kapatmıştım. Ortada bomba falan yoktu. Anladım ki hiç olmayacaktı, insanları kandırıyorlardı. Ama siren sesinin desibeli ölümcüldü. Kulaklarımdan kan akmaya başlamıştı ki cep telefonumun sabah alarmı göz kapaklarımı hareketlendirdi. Saat 08:45 idi. İşe gitmeliydim...

17 Aralık 2008 Çarşamba

GÜNDEME DAİR SAKALLARIM ÇIKTI

Yaradanım Banu Alkan ve Melih Gökçek ile tartışmaya soyunmuş insanlara iri iri sabırlar versin.

Tüm zamanların en iyi 11 i seçildi Sergen ve Şifo Mehmet yine yan yana oynayamaz çıktı, şimdi deliricem!!!

Bush kafası iyi kafa, oynak kafa, üzerine gelen ani ayakkabılardan bile kaçıyor. Demek ki direk yere yatırıp, yakın mesafeden suratına basmak lazım, o zaman kaçamaz...

UYUYANLAR VE DÜŞ GÖRMEK İSTEYEN DÜŞKÜNLER HAKKINDA

10 yaşından beri uyuyor sanki. Şimdi ise bu odada…

Bugüne kadar yattığım yataklardan hiç biri bu geceki kadar rahatsız edici değildi. Uydurma sanki hergün başka yatağa yatıyor gibi!!! Aynı yatak işte. Olsun kanımı emiyor adeta, bilincimi eritiyor. Mücadele ediyor benimle. Yastık bas bas bağırıyor kulaklarımın içinden beynime. Derdi benden çok sanki. Anlatmak istiyor. Dinlemeye niyetim yok gibi sanki benim de. Şimdi düşündüm de tüm yataklar gergin, yaylı ve edilgen aslında. Şu halde hiçbir yatak rahatsız olamaz . Üzerine uzanan bedenin taşıdığı kafa rahatsızdır, üzerine uzanan bedeni örümcek ağı gibi sarmış sinirler yay gibi gergindir yatak değil. Uykusuzluk bir mevsimdir bu bedenlerde, hem kar yağar gibi hem de çöl sıcağı kavurur gibi bir mevsim. Beden çok geçmeden bu mevsimin tahakkümü altına girer, çatlar. Bundan sonra yaşayacakları uykusuzluğun artıklarıdır, hayat değil. Ve evet, bu garip mevsimi bilir başımı yastığın üzerine bıraktığımda, ağırlığından çukurlar açılır, ben düşerim içine. Kurtulmaya çalıştıkça çukur derinleşir ve sesim yankılanır içinde. Rahatsız olup derhal kaldırırım kafamı yastıktan. “Uykum gelmemiş henüz” deyip kaçarım yataktan. Lanet olası bir yatak bu derim. Yastık ondan beter. Şunlara bak ne de güzel uyuyorlar… Böyle güzel bir odada uyunmaz mı? En iyisi susmalı. Evet sus artık. Çok can sıkıcısın. Ve evet susayazdım… Terli birinin gırtlağından midesine gitmeye çalışan suyun sesini çıkaracakken hem de… Kim bilir nasıl düşler görüyorlar? Allahsızlar ! Düşlerinizi sikeyim ben sizin ! Ben niye düş göremiyorum lan ? Ah bir uyusam hepsini göreceğim ama yok işte… Bak nasıl da açık gözlerim! Kapakları pıt pıt açılıp kapanıyor. Bilerek yapıyorlar. Uykumu kaçırmak, bana düşlerimi unutturmak için yapıyorlar. Ben ne yapıyorum ? Alkole vuruyorum kendimi. Böylece uyuyabiliyorum. Ama düşsüz uykular bunlar… Sızma zeytinyağı kadar pürüzsüz uykular, içlerinde zerre bulanıklık yok. Böyle uykuyu sikeyim ben! Düşlerim nerde lan benim ? Neden onları göremiyorum ? Neden uyuyamıyorum? Neden ha? Sus artık düşünme… Konuşma bir sigara yak sen en iyisi. Hah evet demek ki henüz uykum gelmemiş. Derhal salona gidip bir sigara yakmalı. Yok ama şimdi uyandırırım hareket edersem bunları. Burada içerim sigaramı. Çakmak nerde? Hah burada. Yak bakalım efendi. Sigaranın dumanı aksın içeriye karıncalar gibi. Hakikaten de ne çok benziyor sigara dumanı bu karıncalara. Yalnız karıncalar yemek peşinde, sigara dumanı hava akımı peşinde. E neresi benziyor o zaman bunların? Metafor olm metafor bunlar. Uykusuz geceler insanı böyle kendi kendine konuşturur işte. Düşleri olmayan adamlar kendi kendine anlatır durur. Durduğu yerde bir yenisi başlar devam eder hikayelerin. Hikaye olm bunlar hikaye. Hepsi de yazılmış çizilmiş. Anlatacak ne kaldı ? Görülecek düşler var sadece işte. Bir yatsan göreceksin . Belki de ondan yatmıyorum. Ya hepsini birden görürsem? Ya görecek düşlerim de kalmazsa? O zaman ne umudum kalır lan benim ha? Ondan mı uyuyamıyorum lan ben yani ? Bu bana bilinçaltımın bir oyunu mu? Arabesk şarkı gibi oldu bu hahaha Savunma refleksi mi yoksa? Amma stratejik, plancı bir satılmış olmuşum lan ben böyle? Haberim yok tüm bu gelişmelerden kendi bedenimde. Evet kafadan beyin bildirdi. Çok sağol beyin diyor ve yuh artık deyip ciğerlere bağlanıyoruz. Sigarayı çok hızlı içtin yavaş iç. Sigara biterse ne yaparım ben şimdi? Açık bakkal var mıdır acaba? Uzayda şu an kaç yıldızda patlamalar oluyor acaba? Ya bu matematik? Nasıl ben birim de bir aslan da bir? Ya da üç insan da üç, se de üç? Bu nasıl bir hile? Bunlar nasıl birimler böyle? Ya ben bunları düşünürken nasıl uyuyayım? Ben her gece nasıl uyuyayım? Her sabah nasıl uyanayım ?


Düşümde bir kedi ile konuşuyordum. Kediye her şeyi anlatıyordum. Hiç olmadığım kadar rahat ve tüm sorunlarımı bilir bir tonda sakince anlatıyordum kediye. Ben bir sekoya ağacının üzerinde oturuyordum. Kedi ise tam da karşımda havada duruyordu. Sağ ayağımdaki izin nasıl olduğunu, hayatımı nasıl satın aldığımı, o golü nasıl attığımı, anneannemi özlediğimi, saat kulelerinin aslında uzay mekikleri olduğunu, denizin içinden giden bir gizli yol bulduğumu fakat henüz cesaret edip içine giremediğimi, sol gözümün aslen bir gözetleme kulesi olduğunu, sağ gözümün de nöbetçi olduğunu anlatıyordum kediye. Kedi bana arada “mırrr” diyordu. Ben anlıyordum kedi bana “Devam et” diyordu. Ben de devam ediyordum. O sırada arkadan kediye yaklaşan bir Rus gördümse de pek paniklemedim. Kediyi tedirgin etmeyeyim diyerekten ona türlü şaklabanlıklar yaptım. Kedi geldi kucağıma oturdu. “Sev beni, okşa” dedi mırlayarak. Sekoya birden bir Bonzai oldu ve biz yere indik. Rusun arkasından bir Greenpeace üyesi gözüktü belli belirsiz. Elinde bir papatya, kafasında da bir gaz maskesi vardı. Ve çok coşkulu, potansiyel bir sessizliğe sahipti. O sırada 2 adam belirdi. Milliyetlerini anlayamamıştım. Bu güzel Rus kızını birden havaya kaldırıp yere indirdiler, yıllardır onu bekliyorlardı sanki. Üzerinde ne varsa yırttılar. Rus kız çırılçıplak kalmıştı. Sırt üstü yatırdılar ve tecavüz etmeye başladılar. Kız Rusça ağlıyordu. Adamlar Rusça olmayan dillerde zevk alıyordu. Greenpeace üyesi derhal kendisini adamlara zincirledi zira Rus kızı yatırdıkları çimenlikteki çimleri eziyorlardı. Slogan atıyordu Greenpeacece. “Çimlere ezeni biz de ezeriz” diye. Rus kız sevinmişti belki de kurtulacaktı “Yuh ulan sana be Greenpeace” diyerek bir heyecan ayağa kalkınca ben, munis kedi fırladı gitti kucağımdan. Kaçtı. “Dur” dedim durmadı, “Kedi” dedim tınmadı. O kadar sinirlenmiştim ki “ Ulan ben şimdi kime anlatacağım lan derdimi ha ?” dedim birden Türkçe lisanında. Adamlar bana Türkçe olmayan bir şekilde baktılar. Greenpeace üyesi zincirlerini kontrol etti. Rus kızı yine sevinmişti, bu kez beni görünce. O sırada bir yağmur başladı diyeceğim ama yağmur damlaları dinozor embriyosu şeklinde. Nasıl sağanak ama! Zıp zıp ortalık dinozor doldu. O sırada uyandım işte … Ya sen neler yaptın?

10 yaşından beri düş görüyor… 15 yıldır 10 yaşından gün alıyor…

Sigara bitti işte. Ben demiştim. Ne yapacağım ben şimdi? Uyusan artık diyorum yarın iş var. İşine de sana da bana da ona da uykuya da! Off be! Ben bittim artık be. Hangi birine aklımı ayırayım ki ben? Uyumak öyle kolay iş mi sanıyor bu insanlar be? Her gece nasıl yatağa yatıp, gözlerimi kapatıp sonra da şuursuz bir şekilde hareketsiz kalayım lan? Bilincimi mi kaybedeyim yani? Uykum yok işte. Bir kere bir eşittir bir. O kadar. Kerat cetvelinin başlangıcı da amma kolay ha. Bir kere bir eşittir bir. Sonradan sapıtıyor. Bak yine matematik geldi işte. Koyun mu saysam acaba? Dur doldurma şimdi koyunları odaya. Geçen sefer neler olduğunu unuttun mu? Odaya doluşan koyunların meleşmesinden cinnet geçirecektim. O da doğru. Sessiz bir hayvan sayayım ben en iyisi. Köstebek sayayım. Gerçi köstebeği şu an kafamda canlandıramadım. Sayılarla ifade etmek güç geldi birden. Bir bile diyemedim. Köstebek sonsuza gitti iyi mi? Yahu nerden uydurdun sen şimdi sayı sayınca uykunun geleceğini? Ya da normal sayı say işte neden hayvan sayıyorsun ki? Yok ya o zamanda sayılar dolsun odaya? Dördün sivri yerleri gelip bana batsın uykumu kaçırsın di mi? Olmaz öle şey. Lanet olsun sayılara zaten. Her yerde onlar var. Sayılar yüzünden zaman var. Saat var. Para var. Paraların üzerinde onlar var. Gece var gündüz var. Uyku var ama benim yok. Her şeyim var bir tek uykum yok. Sigaran da yok… Evet ben bakkala gidiyorum. Uykum gelirse söyle beklesin beni…






Düşümde bir denizde yürüyordum. Deniz sarıydı, kıpır kıpırdı. Ben üzerinde yürürken birden deniz bitti. Bir gökdelenin damı olmuştu heryer. Ben ucundan aşağıya bakıyordum. Bıraktım kendimi aşağıya çok düşünmeden. Gözlerim kapalıydı. Ben yere doğru hızla inerken bir martı gelip başıma kondu yavaşça. Uzaklaş buradan ben ölüme gidiyorum dedim martıya. Martı hiç oralı bile olmadı. Etrafı izliyordu sakince. Ben hızla yere doğru gidiyordum. Nefes almakta zorlanıyordum. Yüzüm gerilmişti. Şu an bir ayna olsa da yüzümü görebilsem diye gülümsedim. Çok komik olduğundan emindim. Artık caddeye çarpmam an meselesiydi. Zira az önce 5 inci katta duran bir yemek odasının önünden düşerek geçtim. Gözlerimi kapattım martıda bir hareketlenme hissettim. Martının kanatları kol olmuştu. Ve beni koltuk altlarımdan yakaladığı gibi havada sabit tuttu. Yerle aramda yarım metreden az bir mesafe kalmış, havada asılı duruyordum. Martı beni birden bıraktı. Ayağımı burktum sanırım. Düşmenin şiddetinden acılar içindeydim. Martıya küfür ettim. Martı yanımda yatıyordu. Kanatları çok yorulmuştu. Yerde bulduğum bir taşı vurdum kafasına. Cadde bir ölü bekliyordu aşağıya çünkü. Ve bana verdiği bunca acıdan sonra martı hak etmişti bu ölümü ben değil. Bileğim çok ağrıyordu hemen şişti. Martı ölmüştü. Kafasının yerinde bir taş duruyordu. Ayağa kalkıp eve doğru sekerek yürümeye devam etim. Cadde sapsarıydı. Sonra birden bir dalga çarptı yüzüme. Deniz çok güzeldi. bir dalga daha çarptı suratıma. Sonra uyandım işte. Sen neler yaptın ?

10 yaşından beri çocuk değildi. 15 yıldır bu yatakta, bu pencere önündeydi. Aklı başında bir çocuk gibi yatıyordu, gözleri açık uyuyordu.

Geldi mi uykum ben yokken? Az evvel gitti. Neden bekletmedin be adam! Beni beklesin demedim mi ben sana? Neyse… Sigaramız var artık. Yakalım madem bir tane daha. Çekelim içimize ne var ne yok. Dolsun içimize sonra çıksın içimizden ne var ne yok. Kalalım hiçlikle dolu bedenimizle. Sonra yine çekelim içimize sonra yine üfleyelim. Boş bir bidon gibi kullanıyoruz kendimizi resmen. Sürekli doldurup boşaltıyoruz ya bu bedeni… Ne bulursak onunla. Okuyup okuyup dolduruyoruz. Anlatarak boşaltıyoruz sonra. Bomboş kalıyoruz. Aynı insana bir daha anlatamazsın. Tekrar dönüp dolman lazım konuşmak için. Zaman lazım. Sonra dertleri dolduruyoruz sonra anlatıyoruz, boşalıyoruz. Erkekler çabuk boşalıyor ama kadınlara göre dokuz ay kadar. İnsanlar hep dolup boşalma derdinde. Ama benim anlayamadığım neden dolduktan sonra bir köşede oturmuyoruz öylece? Dolu olmak rahatsız ediyor demek ki. Boşalmak gerekiyor. Ama boşalınca da dolmak gerekiyor. Boş olmak rahatsız ediyor bizi demek ki! Yemek yemek ve sıçmak gibi… Of sigara içmek de nefes almak gibi bir şey sıkıldım birden. Çok yeknesak. Bu ritim beni delirtecek. Çok yorgunum. Uzanmam lazım. Bira var mıydı? Buz gibi hem de. İçelim o zaman. Biranın ne suçu var yalnız başına buzdolabında duruyor? Gelsin o da. Oturalım. O da dolsun içimize. Uykum gelirse belki utanır biraz bunca yareni görünce etrafımda. Hep benim haberim yokken geliyor yıllardır. Sonra yine benim haberim yokken çekip gidiyor. Seviyesiz ve içinde hiç saygı olmayan bir ilişkimiz var. İstediği zaman geliyor istediği zaman gidiyor. Anlıyor musun beni ? Neden anlamayayım ki? Sıradan bir ilişki bu. Dramatize etmeni anlayamıyorum sadece? Demek ki sen çok veriyorsun ve ona verecek bir şey kalmıyor. Hımmm… Bunu düşünmem gerekecek. Sanki haksız değilsin gibi geldi bana. Evet karar verdim ve şu halde uykum ile ilişkimi askıya alıp, zamana bıraktım. Zaman çok güvenilir bir dost. Her şeyi ona bırakabilirsin. Ben hiç güvenmem. Bıraktığını geri aldığında tamamen farklı olur. Zaman hep değiştirir. Belki geri verir ama hak ettiğini düşündüğü kadarını verir. Ama bu kadar değildi bu desen de artık zaman geçip, gitmiş olur. Elinde tuttuğun kadarı ile kalırsın. Zamanın adil olduğunu söylemedim sana ben. Güvenilir olduğunu söyledim. Adil olmak sana bağlıdır. Bırakmayı aklına koyan sen değil misin zamana? Çok mu adildin yani bırakırken? Şu halde sensin asıl güvenilir ve adil olmayan. Esnedin bak. Evet uykum geldi işte. Merhaba…


Düşümde bir Akdeniz pansiyonunun iç avlusunda bir aşçıydım. Elimde kepçem ile bahçenin ortasında yakılmış ateşin üzerindeki kazanı keyif içinde karıştırıyordum. Yemek yapmayı çok seviyorum diye düşünmeden edemiyordum. Avlu yavaş yavaş akşam yemeği için yerlerini alan turistler ile dolmaya başlamıştı. Turistlerin bedenleri nedense, geldikleri ülkenin bayrakları rengindeydi. Derhal kendi vücudumun rengini kontrol etmek için sıyırdım kolumu, açtım düğmelerini gömleğimin. Renksizdim hatta şeffaftım. Göğsüme baktığımda üzerinde durduğum avlunun toprağını görüyordum. Kapattım düğmelerimi. Gerçek bir pansiyoncu olmuştum demek ki bunca yıldan sonra, gerçek bir haymatlos. Yıllardır burada çalıştığımı hatta bu pansiyonun sahibi olduğumu anladım o an. Çok mutlu bir aşçıydım. Neşeli şarkılar mırıldanıyordum ki mavi-beyaz-kırmızı teninde yıldızlar olan bir adam bana doğru yürümeye başladı. Bana yaklaştıkça vücudu büyüyor, yer sarsılıyordu. Artık mutluluktan çok bir tedirginlik kaplamaya başlamıştı vücudumu. Bu densiz adamı gören diğer turistler de masalarından kalkıp bana doğru hareketlenmeye başladılar. Farklı dillerde ve renklerde bir gürültü kapladı avluyu. Güneş battı birden ve yerine ay çıkmadı. Avluyu ıslak bir karanlık kaplamıştı. Şıpır şıpır terliyordum simsiyah. Yıldızlar sadece bana yaklaşan adamın üzerindeydi. Gözlerim acıdı. Kazanımı karıştırmaya devam ediyordum. Kimseyi görmüyordum ama bana doğru gelmeye devam ettiklerini hissediyordum sarsıntılardan. Paçamı çekiştirmeye başlayan köpeğimi görünce gülümsedim birden. Köpeğimi derhal turistlerin üzerine saldım. İlk havlamasında güneş doğdu, ikinci havlamasında herkes yerine oturdu, üçüncü havlamasında ben dile geldim. “ Sayın misafirlerim! Bu noktadan sonra ben havlamaya devam edeceğim…” dedim ve havlamaya başladım. Neşeli bir şekilde havlayıp, yemeğimi karıştırıyordum. Güneş içimi ısıtıyordu. İlk havlamamda köpeğim patladı, ikinci havlamamda turistler patladı, üçüncü havlamamda pansiyonum patladı. Elimde kepçe önümde kazan bir ben kalmıştım artık. Ne yiyeceğiz bu akşam biz yahu dedim kendime. Kepçeyi kazana daldırıp çıkardım. Kepçede kendi kafamı gördüm. Sonra tekrar bıraktım kazana. Karıştırmaya devam ettim. Eh güzel kendimi yiyecekmişim ben bu akşam dedim. Keyifliydim. Düğmelerimi açıp tekrar vücuduma baktım hala yoktu ama artık nerede olduğunu biliyordum. Kazanda, suyun üzerine çıkmış parmaklarımı tanıdım. Bacağım bir ara göründü. Ben karıştırdım. Onlar da suya battı. Düğmelerimi kapattım. Yemek lezzetli görünüyordu. Neşe içinde havladım. İlk havlamamda uyandım… Sen neler yaptın ?

10 yaşından beri insanlardan nefret ediyordu. Şimdi bu odadan nefret ediyordu onlardan. Dünyanın her yerinden insanlardan nefret edebiliyordu. Garip bir tutarlılığı ve yeteneği vardı bu konuda. Ha oda, ha bütün dünya fark etmezdi. Hepsi de duvarlarla sınırlıydı. Birkaç kez yürümeye çalışmıştı sınırlara doğru. Almıştı boyunun ölçüsünü. İnsanlar arasındaki duvarlar odadakilerden daha sert ve can yakıcıydı. Nefret garip bir duygu. İlk o zaman hissetmişti nefreti içinde bir yerlerde. Ne yapması gerektiğini anlayamamış ve oluruna bırakmıştı. Oluru ise arkadaşının kafasında patlayan tabure olmuştu. Olmazı ise öğretmeninden ensesinin köküne inen tokattı. Bu hiç iyi olmamıştı. Yani genel olarak. Arkadaşının kalemini istemişti sadece, onun olsun istemişti sadece. Vermemişti. Nefret filizlenivermişti içinde birden. Beslenmesi gerekmiyordu büyümesi için. Bu iyiydi çünkü vakit ayırmaya niyeti yoktu hiçbir şeye. O kendi kendini büyütüyordu. İçinde olduğu bedenlerden bağımsız garip bir büyüme şekli var nefretin. Tanımsız bir inorganik madde gibi. Birkaç yıl sonra okul bahçesinde üzerine basıp ezdiği böcekleri öğrencilerin üzerlerine atarken değil de ensesine inen müdürün tokadında birden boy atmıştı nefret içinde. Artık boyu boyuna denk gelmişti. Okuldan atıldığı bir başka gün eve dönüş yolunda, annesinin ağlamalarla karışık bağıra çağıra konuşmalarını hiçbir zaman hatırlayamadı. Ondan da nefret etti sadece. Elele eve döndüler. Artık yıllar geçti. ama o günden beri çıkmadı hiç evden, odasından. Annesi çıktı bir kez. Ağlayan başkaları da vardı annesinin yanında, çıkarken. Gitme anne demek geldi ise içinden, tek bir kelime dahi çıkmamıştı ağzından. Kapıyı arkalarından kapattığından beri 4 gün geçmişti…

Merhaba der demez kaçtı uykum gördün değil mi ? Lanet olası. Bana hiç saygısı yok. Zamana bırakmamış mıydın sen uykun ile ilişkini ? Neden kızdın yine ? Sus, konuşma ve gülme. Sigara yakalım. Saat kaç oldu ? Ya da boş ver söyleme. Kaçsa kaç ! Bana ne. Kaç olduğunu öğrenince ne olacaksa? Aaa çok geç olmuş ben uyuyayım en iyisi diyeceğim sanki. Bu lafı söyleyip gidip uyuyanlar da var hayatta biliyorsun değil mi? Ne kadar kolay ! Uykum geldi ben yattım. Çok basit. Hiç bir şeyi sorgulamaz bunlar. Uyur gezer bunlar. Dünyadan haberleri yok. Ama bak ben öyle değilim, her şeyden haberdarım. Vakit ayırıyorum çünkü kendime. Anlamaya çalışıyorum. Okuyorum, yazıyorum, anlatıyorum. Ee bi işe yarıyor mu bari? Ne biçim soru bu şimdi? Birayı uzatsana… Anladın işte. Neden dünyadasın anlat bakalım madem bu kadar vakit ayırıyorsun bu sorunun cevabına. Neden dünyadayım ? Anlatırım fakat ben ölene kadar sürer anlatmam. Vaktin var mı bir ömür kadar? Yok peki tamam anlatma hahhaha o kadar vaktim yok benim. Gördün mü bak? Anlatayım diyorum dinlemiyorsun bile. Zaten birkaç kez konuşmaya çalıştım bunlarla, yani diğer insanlarla yok mümkün değil anlaşamıyoruz. Dönüp dolaşıp kendi boktan, bir sikimlik hayatlarını anlatıyorlar. Kimse beni dinlemiyor! Hahaha Onlar ah onlar delirtecek beni. Bu kadar nasıl meraksız olurlar. Neden burada olduklarından bile bihaberler. Dünyada neden varsın diye sorsam sanki merhaba dünyalı ben uzaylıyım demişim gibi bakarlar. Deli derler dönerler basitliklerine. Satılmışlar! Basit hayatlar, basit uykular. Rüya bile göremez bunlar kesin. Kıskanma! Uyuyorlar bal gibi işte. Tepe tepe rüya da görüyorlar sen de biliyorsun. Hiç yaratıcı değildir ama kesin rüyaları. Oysa ben bir uyuyabilsem nasıl güzel rüyalar görürüm bir bilsen. Kendime çok güveniyorum bu konuda. Mest olurlar beni dinlerlerken, yağlandıra ballandıra anlatırım rüyalarımı. Müzik dinleyelim mi?

Düşümde uluslararası bir konferanstayım. Koca bir salon benim konuşmamı dinleyeceklere ayrılmış. Diyeceklerim bir cam gibi kafamda duruyor. Ama birden olan oluyor ve her şeyi unutuveriyorum oracıkta. Cam tuzla buz olup beynime batıyor binlerce noktadan. Adımı bile hatırlamıyorum. Sadece orada neden olduğumu ve unuttuğumu hatırlıyorum. Onun dışında tek bir kelime bile yok beynimde. Beş ayaklı, tek gözlü ve masmavi bir yaratık kan kaybediyorum diyor bana. Dur diyorum ona. Şu an sana yardım edemem. Konuşmamı hatırlamıyorum diyorum. Yaratık garip sesler çıkararak erimeye başlıyor. O eridikçe ben geriye doğru bir adım atıyorum. Yaratık yerde mavi bir sıvı birikintisi olana kadar eriyor. Ben duvara çarpana kadar geriye adım atıyorum. Delirmek üzereyim. Tam bu sırada bir kadın koluma giriyor. Siz iyi misiniz? Gelin benimle diyor. Beni konferans salonunun bir üst katına çıkarıyor. Salonu görür bir penceresi olan bir odaya giriyoruz. Kapıyı kapatıyor ve üzerindekileri çıkarmaya başlıyor. Kadını soyunurken görünce nedense kafasında tek bir kelime bile olmayan ben derhal soyunmaya başlıyorum. Sanki bu konferansa bu kadınla sevişmek için gelmişim gibi sakinim. Kadının kilodunu çıkarmasına fırsat vermeden yırtarak çekiyorum kilodunu ve arkasına geçiyorum. Kadının suratını pencereye dayayıp girip çıkmaya başlıyorum arkasından. Salon yavaş yavaş doluyor. İkimiz de izliyoruz pencereden. Salon tam dolacakken ben boşalıyorum kadının içine. Bu kez kadını sırt üstü masaya yatırıyorum. Çok sert girip çıkmaya başlıyorum. Salondaki herkes ayakta alkışlamaya başlıyor bizi birden. Bütün bakışlar pencereye dönmüş. Bravo diyorlar. Ben utancımdan kadının dibine giriyorum. Zevkten ölmek üzereyim bu arada. Penisim hiç inmeyecekmiş gibi duruyor. Kadın defalarca orgazm oluyor. Salon alkıştan yıkılıyor. Ben gidip gidip geliyorum. Kadının göğüslerinin sallanışından oracıkta hipnotize oluyorum. Kendime geldiğim o an, bir suya balıklama girdiğimi hissediyorum. Su kapkaranlık. Dimdik girdiğimden bir süre sonra su yüzeyinin ne tarafta olduğunu algılayamıyorum. Çok derindeyim ama bunu hissediyorum. Bir süre bir tarafa doğru yüzüyorum. Nefesim azalmaya başlıyor. Gittiğim yönden vazgeçip başka bir yöne doğru yüzmeye başlıyorum. Tek bir ışık bile yok etrafta. Nefesim tükenmek üzere. Damarlarım şişiyor boğazımdaki. Kanım çekiliyor sanki. Nefes almak istiyorum. Başka bir yöne yüzüyorum bir süre. Çıldırmak üzereyim. Suyun içinde çaresizce çırpınmaya başlıyorum. Suyun yüzeyi ne tarafta bilmiyorum. O sırada uyandım. Sen neler yaptın ?

Annem öldü 4 gün önce… Sonra da uyudum bazen de uyuyamadım…


Not : Söz konusu metin Norman Bates’e ithaf edilmiştir. Alt metincileri sevelim, onları koruyalım…

11 Aralık 2008 Perşembe

TAPU KADASTROFOBİ !!!


Evet saykoloji duayenleri, gün geçmiyor ki psikoloji sektörü rahat dursun, saykolojimiz bozulmasın yeni yeni hastalıklar, fobiler belirmesin. İnsan beyni bi acaip makine, hele ki hücrelerin arasındaki elektriksel iletimler daha da bi acaip. Bi sigorta attı mı yahut ters bi akım devreleri bozuyor. Alın size yeni bulduğum bi fobi; “Tapu kadastrofobi!” Müthiş bişi. Artık ödüm bokuma karışıyor tapuya gitmekten. Ondan sonra da manyak mısın nesin demeler felan. Manyak sana benzer ibne toplum! Neyse...

Tapu kadastro binalarını bilenler bilir. Çeşit çeşit insan sıraları, eski püskü dev gibi sararmış defterler, hiç gülmez memurlar. Tapu müdürleri de çok acaip kişiler. Zombi gibi adamlar. "Bi imza alabilir miyim efendim" diyorum adam bana bi bakıyor sanki adama demişim ki senin ananı bacını şalgamcılar sikmiş. Öyle bi bakıyo. “Hay o imza isteyen dillerim götüme girsin benim e mi!! diye haykırasım geliyor. Adam haklı bakıyor diyorum. Gözbebeklerim titremeye başlıyor. Duygusal anlar yaşıyorum. Çıkıyorum odadan imzayı alamadan. Yok o bankaya git yok bu bankaya git. Harç yatır pul getir. Vekalet getir. Onu getir bunu götür. Geçen Pazartesi sabahı işten çıktım ben tapuya gidiyorum diye benden haber alınamadı hala. Bitmemiş evraklarım var ve bu beni çok ürkütüyor…


Dolayısıyla tapu kadastrofobim var artık. Bununla yaşamayı öğrenmeden önce Ziraat Bankasına harcımı yatırmam lazım. Eğer ki yine harç paramı yatırdığımda tapu kapanmış olup işlerim yarına kalırsa kendimi gidip tapunun önünde benzin döküp yakacam ha!! Saykolojik tüylerim diken diken şu an için. Eğer ki duygusal bi insansanız asla tapu kadastroya gitmeyiniz derim. Dertsiz başınıza saykolojik fobiler sokmayınız derim. Satın kendinizi bana para lazım. Allah belanı versin Kafka! İyi günner…

ISSIZ ADAM’IN HAVUÇLU TARÇINLI KEKİNİN TARİFİNİ GURURLA SUNARIZ!




Herkesin ağzında bir ıssız adam, sessiz adam, kızsız adam, gamsız adam, ipsiz sapsız adam, baldız adam günlerdir. Meraktan dişlerim götüme battı ve gidip izledik geçenlerde arkaaşlarla. Beyendim filmi.

Öncelikle kentsoylu Türklere ait bir film çekilmiş sinemamızda, bu iyi. Cihangir sokakları, Galata kulesi dipleri, sahaflar, plakçılar, Beyoğlu bunlar güzel şeyler. Başroldeki kızımız da şeker mi şeker. Uzun zamandır endamıylan bunca sinema perdesini doldurabilen bir aktris görmemiştim. Çok güzel bir seçimdi. Benimle çıkar mısın Melis? : ))) Hem şerefsizim ıssız adam da değiliz hatta iki kişiyiz kikiki. Baldız adam rolünde oynayan aktörümüz ise çok iyi oynamış lakin ne bileyim bence karaktere uymamış tipi, hal ve tavırları. Kolları vücüduna bitişik yürüyo felan. Josh Holloway oynasa taha iyi olabilirdi. Josh Türkçe bilmediği için Kenan İmirzalıoğlu da olabilirdi bence.



Şimdi Çağan sözüm sana. Sinema dünyasına yeni bir tür hediye ettin bence. “Lakrimal sinema!” Bu lakabı ben taktım sana, kullan bunu bence. Gelelim kafasız adam filmine. Bence film olmuş, oyuncular çok iyi, görsellik, ışık, post prodakşın, casting harika ama filmin olmamış yerleri var. Misal ıssız adam profili çizilirken adamın onca fahişeyle yatıp kalkması var. Ama filmde hiç buna ait sahne yok detay yok. Kısa kısa geçilmiş sahneler. Oysa bak Amerikan Sayko filmine nası da sahneler var. Plakları dinlerkenki tavırları da onun Genesis nutuklarına benziyordu. Yahut kızımızla olan romantik aşk denemesine ait detaylar da çok azdı. Nerdeyse kızımızın oğlumuzun anası ile geçirdiği dakikalar daha çoktu romantik aşk sahnelerinden. Yani sonuç olarak demem o ki oğlanın hayatının ıssızlığına daha çok vakıf olmamız adına bu sahnelerin daha detaylı verilmesi lazım idi. Böylece fahişelerle yaşadığı extravaganzza dakikaların iğrençliği spotlarında ıssız adamı hakikaten “Allah belanı versin senin gibi adamın!!” nidaları ile ıssızlığın ortasına terk ederdik sonra da tatlı kızımızlan yaşadığı romantik denemede ise “gel ulan buraya Allahsız” diyerek kucaklamaya çalışırdık. Eni sonunda da durduk yerde kızımızı terk edişinde “Senin ben amuğa koyim ıssız adam” diye tekrar tiksinirdik. Ama ne oldu? Hiç. Ne yabancılaşabildim karakterlere ne de içine girebildim. Çünkü ne adamdan o kadar tiksindim ne de adamdan o kadar hoşlandım. Bırp bırp geçip gitti seneler gözümün önünden. Ola ki bu filmde bu detaylar ciddi verilse idi hayvanöküzü gibi ağlardım o final sahnesinde, karanlığın içinde, ıssızlığın ortasında.


Hülasa, sevgili Çağan Irmak’a emekleme döneminde olan Türk sinemasına yaptığı katkılardan ötürü teşekkür ederiz. Durmak yok yola devam deriz. Elinize sağlık hepinizin. Olacak, o güzel günler gelecek. Sektör sektör gelecek her şey. Piano piano bacaksız. Olmamış lan bu film diye saldıran kardeşlerime, sinema neferlerine de pozitif ayrımcılık uygulamalarını salık veririm Türk Sinemasına çünkü daha yeni başlıyoruz. Yoksa kakıp Godard varken bunlar mı izlenir, Radiohead varken bunlar mı dinlenir, Dostoyevski varken bunlar mı okunur diyerek Ertuğrul Özkök okumak, Hasan Mutlucan dinlemek, Mustafa Altıpatlar izlemek zorunda kalabiliriz. Uyarıyorum!!!!



Beşiktaşta bi dükkanın camında şu ibareyi gördüm “ Issız adam nevresimleri gelmiştir!” İnşallah kullanılmışları değildir…

Filmin tabi ki soundtracki mükemmele çok yakındı. Duygusal anlar yaşadık. Güzelim dolmaları kızın boğazına dizdin piç!!!

O ıssız adamın anasına ben kurban olurum ayrıca. Ne tatlıydı aynı benim anam, yirim kikikik tek kusuru lavabonun içine çiçek sokmaç, bi de cd lerim üzerine dantel sermeç : (((

Issız adam iyi film gidin izleyin. 4 gün oldu filmi izleyeli hala sahneleri gözümün önünde. Sanırım ağlıyorum. Netameli günler dileriz…

“Karların üstündesin. Donmak üzeresin ve tatlı uykuya kapılıyorsun. Öldüğünün farkında değilsin…”

Not : AROG filmine de gittim, gitmez olaydım. Onu da anlatırım bi ara…

3 Aralık 2008 Çarşamba

KİŞİLİK YETMEZLİĞİ

Saykoloji dünyasına gururla sunarım!

Geçen bi arkadaş kendi kendine bu teşhisi koymuş anlattı bana. Bir insanın en yakın arkadaşı kendisidir bilirsiniz. Sabah uyanır uyanmaz, o uyku ile uyanıklık arasındaki garip diyarda koymuş teşhisi, uyku mahmurluğuyla dökülmüş kelimeler ağzından "Bende kişilik yetmezliği var..." demiş kendi kendine.

Ben de düşündüm psikoloji bilimine hediye etmeye karar verdim kavramı. Gayet güzel bence, kullanılsın. Kişilik yetmezliği olanlar da rahat etsin, ne de olsa hastalık bu densin. Kişilik yetmezliği!!! Coming to a theatre near you!!!