28 Ağustos 2008 Perşembe
İHTİYARİNTİHARIRMAK
yah bir 3.
Bir beyaza girdim.
(İşittim bir vadiye rüzgâr iniyordu/ bir bedevi
hisarlarını ateşe veriyordu/ sen gökleri sağ elin
yapıyordun
Ey Bayan F,
- ve kasabalarda ses yoktu
bir körfez ölümü büyütürdü) .
Sen geçiyordun, nalınlarında deniz suyu bir ormanın saçlarını
Uzatıyordun/
Gökyüzüne indim.
İlhan Berk
Güle güle usta...
BAŞINA BİR HAL GELİRSE CANIM, TERASA GEL TERASA
Herkesi çağırıyorsun yanına.
Teras partisi mi var yoksa?
İçkiler hazır mı?
Manzara arşı alaya hakim mi?
Denizin kokusu genizlerimize dolacak mı?
Müzikler sofistike ve yenilikçi mi?
Her şey hazır mı?
Peki ya emekçiler?
Emekçiler de davetli mi?
Boşalan bardağımı derhal dolduracak,
Yere bıraktığım izmariti havada kapacak,
Kanepe servisi yapacak,
Gülümseyecek bana o tatlı gözleriyle,
Parti bittikten sonra yerleri süpürüp,
Tertemiz yapacak emekçiler de hazır mı!
Onlar da gelecek mi?!
Eğer başkonuk değillerse,
ben gelmem o partiye!
Emekçilerin yok sayıldığı bi teras,
Bir teras partisi şahsıma yapılmış en büyük hakaret.
Tecavüz fikirlere, felsefenin yası.
Sosyolojinin ağladığı yer burası,
Tek kanatlı bir kuşun,
Uçmaya çalışan,
Hüzünlü daireleri, ölene kadar.
Şairin öldüğü teras...
Gel dediğin kim?
Kimler geliyor?
Ne olursan ol un sınırı ne?
Söyle ey Mevlana!
Kimler geliyor teras partine?
Not : Selam sevgili şiir duayenleri. Bu şiirimde sizleri adeta bir uçurumun kenarına bırakıp kaçtım. Çok tekinsiz bir atmosferi var bence şiirimin, dizeler haksızlığa uğramış, hazineleri çalınmış ölü korsanlar gibi saldırdı az evvel üzerimize. Çok sertti gerçekten. Kendime gelmekte güçlük çekiyorum ki kim bilir siz nasıl etkilendiniz... Bu şiirimde Mevlanayı irdeledim. Nerde inceledin ki Mevlanayı diyenler, belki bilmeyenler olur diye hatırlatmakta fayda görüyorum. “Gel gel, ne olursan ol yine de gel.” adlı sözünden yola çıktım Mesneviliğin. Çok yararlı bi agresifliği var bence şiirimin. Mevlanayı yer yer överken yer yer de yerdim çünkü yerilmek herkesin hakkıdır. Bir kaos gibi çöktüm Mevlananın üzerine inanılmaz yaratıcı cümle kuruluşlarım ve dizelere verdiğim direktiflerle. Adeta kelimelerin üzerine binip kırbaçladım onları. Neyse ki şiir var. Normal hayatta yergiler çok tatsız, neşe kaçırıcı bi hal alabiliyor. Oysa yergiler şiirin içinde pamuk şekeri kıvamına geliyor, kimseyi kırmıyor. İnsan okudukça yerildiğini tatlı tatlı hissediyor. Eksiklerini yalayarak öğreniyor. Şiir ki bize en yakın olan, şiir ki emekçilerin nefesi saklı dizelerin arasında. Kafiyeler bir devrimin tektonik tınıları. Bu şiirimde her zaman olduğu gibi dev gibi bi dünya olan Mevlanayı incelerken yine emekçileri unutmadım. Dikkatli gözlerden kaçmamıştır. Bir emekçi ile kurtulacak her şey. Dünyayı emekçiler kurtaracak bence ve ben de o kutlu günde yanlarında olmak, haykırmak isterim devrimin adını. İşte dostlarım kozmozu düşünürken bile bir an olsun emekçiler aklımdan çıkmıyor. Bence Mevlana şu halimi görse ona buna gel deyip yanına çağırmaktansa devrimci olurdu, emekçilerin hakkını savunmak için yan safımda yer alırdı. Bu ne güzel bir düşünce, bu ne güzel bir imge!! Yanımda Mevlana ve emekçi kardeşlerim haykırıyoruz çeşitli sloganlar, halay, türkü. Kutsal olan ne varsa bizden yana, hayın olan her şey kapitalistlerde! Ben Genç Şair Sinan, MERHABA!!!!
27 Ağustos 2008 Çarşamba
I'M BACK BİÇIZZ !!!
16 Ağustos 2008 Cumartesi
HAYATIN ANLAMI NEDİR ANKET SONUÇLARI
Merhaba sevgili internet duayenleri. Uzun bir aradan sonra yeniden birlikteyiz. Mutlu muyuz neyiz? Sizlerden ayrı kaldığım dönemlerde internette sansürü protesto ettim biliyorsunuz. Bol bol denize girdim yüzdüm. Şezlonguma yatar yatmaz sansür çok kötü bişey dedim. Akşam ahtapot ızgaramı yerken sansür hiç aklıma gelmedi. Verdim buz gibi rakıyı bünyeye. Sabah kakamı yaparken düşündüm sansürü, zorlandım. Çok kötü bişi dedim. Neyse bence 10 gün yeterli bi protesto süresi. Artık döndüm. Sansüre hayır amına koyim!
Şimdi madem döndüm, kaldığımız yerden neden devam etmeyelim? Bilenler bilir en son "Hayatın anlamı nedir?" adlı mükemmele çok yakın bir anket yapmıştık. Siz sevgili anketseverler ise hayatın anlamını verdiğiniz cevaplarla somutladınız. İşte sonuçlar anket manyakları;
123 kişi "ne dersen o değildir, diğeridir" demiş. Gerçekten güzel bir yaklaşım. Hayatın anlamı demek ki hep diğeri. Yani komşunun tavuğu kaz görünüyor size. Hayın ve kurnazsınız. Aynı zamanda Beşiktaş-Kartal otobüsüsünüz!
60 kişi "Jenna Jameson filmleridir" demiş. Bu yanıt ise blogumuzun profili hakkında az çok bi bilgi veriyor. Hayatın anlamını iki gözü ve iki elinde hissediyor sevgili internet tutkunları demek ki. Nostaljiksiniz bi de.
35 kişi "bi sahil kasabasında balıkçı olmayı hayal etmektir" demiş. Bu 35 kişi delirmiş bence.
28 kişi "teyzemin oğlu" demiş. Düşün bak bu 28 kişinin hayatlarının anlamı teyzesinin oğlu??!!! Bu nası bi durum olm? Brad Pitt midir nedir teyzesinin oğlu? Kim olm sizin teyzenizin oğlu ?!!!! Derhal açıklayın!
28 kişi hayatın anlamı "Josh Holloway ve yengeç yürüyüşü"dür demiş. Bu cevabı verenlerin yanına yandan yandan gelicen demek ki. Biraz da ağzını eğip konuşucan. Suratına gamze oydurup kirli sakalla gezecen. Bi de arada "freckles" dedin mi bunlara al işte sana anlamlı hayat. Nereye kadar? Sakallar uzayıncaya kadar, nereye kadar off sikerim yan yan yürümekten hiç bi yere gidemez oldum artık düz yürücem diyene kadar, nereye kadar? gittiği yere kadar.
9 kişi "hayat bi sudur iç iç kudur" demiş. Sanıyorum bu kişiler Ankaralı. Melih Gökçek yüzünden böle olmuşlar. Tek kurtuluşunuz Ankaradan taşınmak ben sölim size.
9 kişi anlamsızdır demiş. Be hey nine companians! Nasıl anlamsız lan? Yüzük nerde? Öle şey mi olur? Anlamsız olsa hiç böle olur muydu? Bence olmazdı. Kesin bi anlamı var. Sen hiç anlamsız bi film izledin mi? Ya da şöle sorayım anlamsız olduğunu anladığın bi filmi izledin mi? Hayır çat kapattın izlemedin. E ama bak gördüğüm kadarı ile hala buralardasın, nete giriyon, çet ediyon, bloguma geliyon, anket dolduruyon sonra da anlamsız. Götümü ye! .( Ben de bu seçeneği işaretlemiştim)
9 kişi "bir kelebeğin kanadındaki titreşimlerde gizlidir." demiş hayatın anlamı. Kulak memelerinizi emerim lan sizin, yirim sizi. Sen nerden gördün de oraları, gördüğün şeyin de hayatın anlamı olduğunu algıla hahahha yirim yirim.
Ve anketin sonuncuları ise 6 kişi "sevgi dostluk dönence" dir demiş hayatın anlamı. Bu grubu blogu her an terk edebilecek bir kitle olarak görüyorum açıkçası çünkü hayatlarının anlamı çok garip. Güven olmaz. Simsiyah gecenin koynundayım, yapayalnız. Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor...
Neyse gecikmiş de olsa hayatın anlamı nedir adlı medyada ciddi ses getiren anketimizi de yorumlamış olduk. Hepinize çok teşekkürler. Artık önümüzdeki kara delik deneyini bekliyoruz. Kaldı 6 gün sanırsam. Kim bilir belki 6 gün sonra kara bir deliğin içinde bir bilinmez boyuta yolculuk ederken bulacağız kendimizi. İşte o zaman göreceğiz bakalım neymiş hayatın anlamı. Bu yüzden herkes ne istiyorsa onu yaşasın, kimi istiyorsa onla yaşasın, ne istiyorsa onu söyleyerek yaşasın, neyi dinlemek istiyorsa onu dinleyerek yaşasın. Çünkü hayatın anlamı "an"da gizlidir, gerisi laftır.
Netameli günler dileriz, biçız...
MICHAEL PHELPS YÜZME BİLMİYOR !!!
Olimpiyatlar hepinizin bildiği gibi ilk kapitalist girişimdir. Bi ton insan gelip çıplak Yunanlıların gülle atmasını, disk atmasını izlemek için toplanıp sosisli yiyip, kola içerlerdi. Leş tüketim ortamı pompası. Ve günümüzde gelinen noktaya bakın hiç farklı değil. Çin’in Pekin Olimpiyatlarının açılışında patlattığı havai fişeklerin bütçesi ile Afrikadaki açlar doyardı bence. Geçiniz olimpiyat ruhunu felan filan, gösteri, şaşaa, dünyaya en büyük biziz mesajı vermek en büyük amaç günümüzde olimpiyatlarda. Misal 1936 Berlin Olimpiyatlarını düşünün. Jesse Owens o dönemki Hitler yönetimini, rejimini, düzenini rezil etmiştir tüm engellemelere rağmen. Bi sürü altın madalya kazandı Nazilerin gözleri önünde. Belki de o gün tarih yeniden yazılmıştır kimsenin haberi yok. Almanların Aryan ırk projesi kaybetmiş, Amerikanın kapitalist hayat görüşü kazanmıştır.
Michael Phelps ise az evvel gözümüzün önünde 7 inci altın madalyasını kazandı 100 metre kelebekte ama nasıl aldı? Resmen işin içinde riya var, yalan var dolan var. Sırp Cavic resmen son metrelerde Phelps i bekledi. Yoksa kazanmıştı yarışı. Elini uzatmış bekliyo öle. Phelps de ayı gibi kollarıyla geldi adamdan 1 milisaniye önce vurdu elini duvara. ABD hükümeti Cavic i satın almış bence. Amerikan rüyasının devamını sağlamak adına inanılmaz bi figür olacak çünkü Phelps. Bakın Amerikalı olup, Amerikayı severseniz 8 altın madalya bile alabilirsinizin mesajı bu. Zaten dikkat edin Pekin Olimpiyatlarının ta en başından beri, daha Phelps in Olimpiyatlarda ilk yarışı için havuzun kenarına gelmesinden beri 8 altın almaya geldi şeklinde beynimizi yıkıyorlar. Şahsen artık ben Phelps 8 altın almasaydı şaşacaktım!!! Ama ona buradan meydan okumaktan da geri durmuyorum. Gel Phelps yiyosa bizim yazlıktaki Melahat Hanımteyzeyi geç bakalım! Kadın sabahın köründe bi uyanıyo, bi takıyo bonesini kafaya, bi atlıyo denize ondan sonra tut tutabilirsen. 2 km gidip geliyor hiç durmadan. Hayatta geçemen onu!!! Neyse…
Dolayısıyla Michael Phelps diye bir yüzücü yoktur. Hatta bence yüzme bile bilmiyor. Eğer bu yaptıklarının yüzme olduğunu sanıyorsa çok yanılıyor. Öyle ayı gibi diyetler, öküz gibi sprintler, iki ters bi düz yüzmeler hepsi kurmacadır. Amerikan rüyasının devamı, kapitalizmin devamı içindir tüm bunlar. Olimpiyatlar yüzünden bi ton LCD tv satılacak, taytlar, speedo mayolar, ciritler satılacak. Evimizde hiç de ihtiyacımız olmadığı halde kulplu beygirler, start tabancaları, amerikan bayrakları bulunacak.
Neyse bu yazım da bu kadar. Sizi aydınlatabildim ise ne mutlu bana. Bugünden itibaren internette sansürü protesto ettiğimden siteyi kapatacam bir süreliğine. Ama siz girebilirsiniz. Bye for now…
14 Ağustos 2008 Perşembe
OFİS KOMPUTERİME AZ DAHA TROJAN HORSE GİRECEKTİ!
12 Ağustos 2008 Salı
LASTİĞİ GEVŞEK AŞÖRTMEN...
Açılışımı yaptım. Koridorda elimi duvarlara, tavana sallayarak gülerek banyoya doğru yürüdüm. Bir yandan da az evvel yaktığım mumları oraya buraya fırlatıyordum. O sırada Kuş Yuvası adı verilen devasa olimpik stadın içine dev bir kuşun gelip konmasını düşündüm, yumurtladığını, milyarlarca insanın bu devasa kuşu izlemesini. İnanılmaz bir an, unutulmaz bir olimpiyat olurdu diye düşündüm.
Küvetin giderini tıkayıp açtım musluğu sonuna kadar. Bu arada ben de yapacağımız atlayışı tartışıyordum partnerimle. Çok uyumlu, sessiz bir partnerim vardı. Senkronizasyonun en önemli puan nedeni olduğuna ikna olmuştuk karşılıklı. Madalyalar yerde sırası ile dizilmiş hak edenleri bekliyordu. Altın madalya annemin burma bileziği, gümüş madalya kristal likör takımı, bronz madalya ise babamın yakın gözlüğü idi.
10 metre kule atlayışına partner bulmak çok zor olmuştu. Anneme sorsam ağlardı, babama sorsam tokadı yerdim. Bu yüzden partnerimi evin içindeki diğer hayvanlardan seçmeye karar vermiştim. Bir çok denemeden sonra partnerim olmaya plastik kovamız hak kazanmıştı. Havaya fırlatınca mükemmel burgular, taklalar atabiliyordu ve suya girişi benzersizdi. Ve de denemelere doyamıyordu. Çok çalıştık.
Küvet ağzına kadar dolmuştu. Zorluk derecesi 8.4 olan bir atlayış deneyeceğimizi hakemlere bildirdikten sonra kuleye tırmandık. Hakemler hala inanamıyordu bu zorluk derecesine. Çamaşır makinasının üzerinden kuvet çok uzakta görünüyordu. 10 metre kule atlayışlarında bu ilk korku hep gelirdi. Buna alışık olduğumu o an anladım. İlk avını yakalamış bir leopar yavrusu gibi şendim. Tam bir senkronize kule atlayıcısıydım. Partnerim de aynı duygular içindeydi. Bana destek oldu. Birbirimize sevgi dolu şarkılar söyleyen balinalar gibi baktık bir süre. Daha sonra atlayışımıza konsantre olduk. Öne doğru dört burgulu ters takla deneyecektik. Çinli çiftlerin dahi denemekten çekineceği, olağanüstü bir atlayıştı. Zaten 10 metre kule atlayışlarında zorluk derecesi 8,4 olan bir atlayış henüz olimpiyat literatürüne geçmiş değildi ama işte biz bugün bunu başaracaktık.
Nefesimi kontrol ettikten sonra kollarımı iki yana açtım. Kollarımdan birinin ucunda partnerim sallanıyordu. Aynı anda atlayacaktık. Kafam tavana çarpıyordu ve kafam eğik durduğu için dengemi sağlamakta güçlük çekiyordum. Bir türlü dik duramıyordum. Bu yüzden aşağıya inip, hakemlere atlayışımızın zorluk derecesinin 8,9 a çıktığını belirttim. Kabul ettiler. Tekrar çamaşır makinasının üzerinde yerimi aldım. Kollarımı iki yana açtım. One two three foro dedim. Up dedim ve atladık. Partnerimi en son gördüğümde tavana çarpmıştı. Bense ilk burgumu atmakla meşguldüm. Yere düştüğümde havuza güzel bir iniş yapamadığımı derhal anladım çünkü havuza girememiştik bile. Gümüş madalyanın üzerine düşmüştüm. Partnerim ise çamaşır makinasının üzerine geri düşmüştü. Puan kırarlar kesin diye düşündüğümü de hatırlıyorum. Sonrasını hatırlamıyorum.
Gözlerimi açtığımda ilk önce kendimi bir iglonun içinde sandım. Hava buz gibiydi. Göz bebeklerimi hızlıca oraya buraya çevirdim. Kutup ayısı saldırısına hazırlıklı olmalıydım. Her yer bembeyazdı. Yanımda bembeyaz bir kuğu bana bakıyordu. Sakinleştim. Dile geldi, “Nasılsınız?” dedi. “Yakın gözlüğünü kazanabildik mi bari?” dedim. “Efendim?” dedi. “Olimpiyatları açar mısınız lütfen?” dedim. Hala daha ne dediğimi anlamadan bana baktığını görür görmez, “Çabuk ver şu aleti, 10 metre kule atlayışları finalini kaçırıcam!” dedim. Kumanda aletinden, vücudumda kırık olmayan tek uzvum olan sol kolumla Trt3 ü çabucak buldum. Tam o an Çinli çift mükemmel bir atlayışla suya girdi. Atlayışın zorluk derecesi 3.4 idi. Adeta ortalarında bir ayna vardı ve tek bir kişi atlamış gibiydi. Bu bir altın madalyaydı hiç kuşkusuz. Suya girdiklerini sadece biz biliyorduk. Havuzun ise bundan hiç haberi yoktu, tek bir damla bile su çıkmamıştı. Kuğuya “Gördün mü? Aynı biz…” dedim. Ağzıma yanımda duran bardaktaki suları boşaltıp, gerisin geri bir balina gibi havaya püskürttüm gönençle. Büyük ağrılarım vardı.
Kendimden geçmeden az evvel, annemin ağlamasını ve babamın onu sakinleştirmesini zar zor duyuyordum. Belli ki atlayışımı beğenmemişlerdi. Onları zaten hiç bir şey tatmin edemiyordu! 8.4 zorluk derecesini denememize rağmen olacak şey değildi bu. Partnerimin nasıl olduğunu düşündüm o an. Olimpiyatlarda başarılı olmanın kesinlikle ebeveyn desteği ile gerçekleşeceğini tüm insanlığa anlatmaya karar verdiğimde uykuya dalmışım…
GREGOR SAMSA
BUGÜN OLDU HER ŞEY...
Ağlamak çare değil, ama ağladım.
Geleceğe duyulan güven sarsıntıda,
Bu bir deprem!!!
Bu yıkılası düzen,
İçimde fırtınalar,
haykırmak istiyorum çaresizliğimi!
Tek başıma ne yapabilirim değil bu,
Bu kez çok farklı,
Hislerim çok taze, hislerim ölümcül!
Bir kabus gibi çöktüm ortamlara!
Üzüntüm kocaman.
...
Az evvel döküldü her şey,
Bu kahrolası neskafe lekesi çıkmaz,
Yeni sezon Nike larımın üzerinden.
Tek avuntum lekenin oluşum şekli,
Neskafe mug ının,
Bir emekçinin elinden kayması,
Ve bembeyaz 2008 model Nike larımın üzerine dökülmesi.
1986 model Mekap gibi oldular.
Emekçinin gözleri japon anime kızları,
Emekçinin gözlerinde şelaleler,
Önemli değil güzel insan,
Önemli değil dost.
Önemli olan tek şey değişimdir.
Ve bu hiç değişmez.
Yarın gidip başka bir modelle değiştireceğim ayakkabımı,
Almazlarsa da sana veriririm lekelisini sen giyersin,
Yenisini ben!
Dökme sen yüzünü ey emekçi kardeşim!!!
Venseremos!
Bugün oldu her şey...
Not : İşte yine ben, yine şiir. Bu didaktik şiirimde bir emekçiyi anlatıyorum. Metaforlarım ise sadece olaya aracılık ediyorlar. Sarkastik olmayı hiç istemedim bu şiirimde çünkü genel havayı bozabilirin endişesi kapladı bünyemi. Bu kompakt şiirimi yazıp bitirdikten sonra derhal okudum. Yakalamak istediğim kaos ve sevgi ortamını çok güzel yakaladığımı algıladım. Dedim bir şiir daha oldu... Dikkat ettim kelimelerim kelebekler gibi uçuşuyorlar emekçi ve benim aramda. Kahrolası düzen ise hala taş gibi yerinde. O emekçinin gözlerini doldurtan bu düzen, o emekçinin benden bin türlü özür dilemesini gerektiren bu düzen, yeni Nike ayakkabımın parasının maaşından kesileceğini bilmesi bu düzen. İşte bunlar çok üzücü. Evrende hiç birşey bir emekçinin gözyaşları kadar değerli değildir. İş verenlere karşı her daim omuz omuza olmalıyız bence!!! Yaşasın emekçi otoritesi! Sendikal haklar verilmeli bence! Eğer ben Genç Şair Sinansam, Nişantaşı cafelerinin sahipleri hesap verecek!
MERHABA!!!
7 Ağustos 2008 Perşembe
ALTIN KIZLAR ARTIK ÜÇ KİŞİ
TÜRK'ÜN PORNOYLA İMTİHANI...
5 Ağustos 2008 Salı
ANTALYANIN YANMASININ AVANTAJLARI VE DEZAVANTAJLARI...
Bi de haberde şunları söylediği geçiyor ;
IZGARA OLMUŞ GİDİYORSUN
Buyrun artık hep beraber inceleyelim albümün önemli eserlerini. Ne de olsa çağımız pazarlama çağı. Hadi!
Çıkış parçamız olan "Izgara olmuş gidiyorsun" adlı müstesna eserimizin güfte ve bestesi pek sevgili balıkçı dostumuz İbrahim Abiye ait. Kendisi tam bir levrek dostudur. Bir gün denize sıfır bir meyhanede, ikinci duble rakısını götürürken bi ızgara levrek masasına konulduğunda denizden, tabaktaki levreğe bakmakta olan gözü yaşlı bi levrek görür gibi olmuş denizde. Daha dikkatli baktığında, denizdeki levreğin gözlerinde mutlak bir hüzün görmüş. Kesin yavuklusu diye düşünmüş. Duygulanmış. Orda çıkmış aniden güfte. Peçeteye yazıvermiş. Üzüntüden levreğin kafasını tam yiyememiş, ememiş gözünü... Neyse... Duygusal şeyler bunlar. Daha fazla anlatamıcam... İşte beste işte güfte!!!
Evet bu eserimizden sonra kasetimizin motor eserlerinden biri olacağını düşündüğümüz “Rakı masasına oturdun işte” adlı egzantrik şarkımızı da tanıtmaktan gurur duyarız. Bu kez de dertli bi çupra nın acılarına ortak olacağız sevgili meyhaneciler ve liseli balıklar... Dertli ve bedbah çupramız sevdiceğinin rakı masasına ızgara olarak gelişini görür ve dellenir. Aynı zamanda dertlenir ve ağzından şu dizeler dökülür.
"Seni gördüğüm o geceden beri
4 Ağustos 2008 Pazartesi
KORKU YAKAMDAN DÜŞMÜYOR...
Seneler önceydi. Her gün okula onun için giderdim. Her sabah onun için uyanırdım. Her şarkıyı, her olayı ona anlatmak için dinlerdim ve okul bitti. O İngiltere’ye gitti. Bir daha da ne gördüm onu, ne de duydum düne kadar. Bu akşam her zamanki yerimizde, Kadıköydeki kayalıklarda buluşacaktık. Nefes alırken ölecek gibi oluyordum heyecandan. Bunca sene sonra ?!!! Ebru : ))))))))))
Birkaç aydır birlikte olduğum kız arkadaşımı arayıp, uyduruktan bir kavga çıkarıp ayrıldım. Ebru dan başka hiçbir şey düşünemiyordum çünkü. Yılların adı var, göz yaşlarımın tadı var. Yıllar önce, yıllar boyunca ona aşık kalmıştım. Hiçbir zaman birlikte olmayı beceremedim. Hiçbir zaman unutmadım. Hiçbir zaman ona açılmadım. Bazı geceler, çok fazla geceler o sarhoşken, onu eve bıraktığımda istesem öpüşebilirdim belki sevişebilirdim bile belki fakat asla cesaret edememiştim. Asla onu o halde kullanmak aklıma dahi gelmemişti. Onu düşünerek uykuya dalardım sabahlara karşı. O hep karizma adamlarla birlikte olurdu. Çılgın adamlar, yazar adamlar, şair adamlar, müzisyen adamlar. Sürekli başka başka adamlar gelir geçerdi yanından.
Bir gece, o son gece, upuzun bir akşamın gecesi, sarhoş sarhoş Kadıköyde kayalıklarda oturmuş içiyorduk Ebruyla. Omzuma başını yasladı. Götüm titremeye başlamıştı heyecandan. Dimdik durmaya çalışıyor, sanki Ebrunun kafasının ağırlığı bana kuş tüyü gibi geliyor gibi yapmaya çalışıyordum. Göğüs kaslarımı sıkmış dimdik duruyordum. Ebru da gittikçe tüm ağırlığını bana veriyordu. Belim zonkluyordu. Kayanın sivri ucu çok rahatsız ediyordu altımdan. Bir yandan da tüm bir kokusu burnuma, ordan beynime ordan… Muhteşem kokuyordu. İnanılmaz mutluydum ağlamaya başladım. “Ebru” dedim. “Efendim?” dedi. Tüm cesaretimi toplamıştım. “Ebru ben…” dediğim an bir gökgürültüsü koptu arkamızda, gecenin karasında. “Öaağğğrrhhhh Ebru lan sen misin?” diye. “Oha Berk? Hahahh olm ne arıyorsunuz burada?” dedi Ebru. Akabinde birbirlerine sarıldılar. Yaklaşık 15 dakka sürdü sarılma merasimi. Bana kimse sarılmadı. Yanımıza 16-17 kişi oturdular. Yanımda oturan kız bana “Niçin ağlıyorsun?” dedi. “Siz gelmeden az evvel gözüme deniz anası değdi” dedim. Hayvan gibi güldü. Ebru Berk’in neredeyse kucağında oturmuş ona az evvel bana anlattığı hikayeyi anlatıyordu. Araya girip hikayenin sonunu söyleyesim geliyordu ama susuyordum. Yanımdaki kız “Deniz anası nası değdi ya gözüne?” dedi. Kıza cevap vermedim. Ben artık Ebrudan o kadar uzakta oturuyordum ki sanki orada oturmuyordum, eve gidip otursam aynı şeydi. Öyle de yaptım. “Ebru iyi geceler görüşürüz” dedim. Fakat cılız seslenişim, Berk’in bi esprisiyle kalabalığın patlattığı kahkahaların arasında kayboldu gitti, ben de Kadıköy’ ün karanlık sokaklarında. Ebruyu son görüşüm o geceydi.
Ebru orada oturuyordu. Bir ara tökezledim etrafı seyrederek yürümeye çalışırken sanki onu görmemiş gibi yapacam diye. O kadar güzeldi ki. Saçları her zamanki gibi kızıldı. Rengarenk bir hırka vardı üzerinde. Yüzü bana doğru döndü. Ekvator gibi yayıldı gülümsemesi yüzüne ve çığlıklar atarak bana doğru koşmaya başladı. Gözleri Yağmur ormanları kadar yeşil, ıslak, diri ve canlıydı. Üstüme atlayıp sarıldı. Kokusu aynıydı. “Şimdi ölsem ne güzel olur lan” diye düşündüm. Belki de artık şansım dönmüş, zamanım gelmişti. Ebru anlamıştı asıl benim onu sevdiğimi. Sıkıca sarıldım ona.
Oturduk epey, bir sürü konuştuk, şarap içtik. Güneş battı. Bana sürekli garip garip bakıyor sonra da gülümsüyordu. Gözlerinde yakamozlar batıp çıkıyordu. Ölecektim heyecandan. Bu bakışlar hiç normal değildi. Kesin bana bir şey söyleyecekti. Çekiniyordu. Elimi tutup o Elf gibi sesiyle “Korku yakamdan düşmüyor” u söylemeye başladı. Murat Çekem duysa, şarkıyı ona bırakıp gider Tibete yerleşirdi eminim, belki de yerleşmiştir gerçi bilmiyorum epeydir görmüyordum kendisini. Ebru ellerimi seviyor, bana bakıyor sonra denize uzaklara dalıp geri geliyordu gözlerime. Ben ara ara ağlamanın sınırlarına gelip zor toparlıyordum kendimi. Öyle mutluydum ki!!! Sanıyorum bu geceden sonra artık hayatım asla eskisi gibi olmayacaktı. Sonunda ben de mutlu olacaktım. Ebru en sonunda her iki elimi de ellerinin arasına aldı ve 1 dakika boyunca gözlerimin içine baktı. 2 şişe şarap içmiştim. 1 dakika bana 1 ömür gibi gelmişti ve artık zamanı geldi diye düşünüp, gözlerimi kapatıp, dudaklarımı yıllardır üzerlerine gömmek istediğim, o inci dişlerin pembe surlarına uzatırken, Ebru’nun sesini duydum. “ Bana 5000 YTL borç verir misin? Berk’in işleri biraz bozuk da …”
Gözlerimi açtım. Komaya girmiştim ya da çıkmıştım, o an bilemedim. Büzülmüş ve uzamış dudaklarımı geri çektim. Kaşlarım epey bi havaya kalkmıştı. Bir süre Ebru ile elele tutuşarak bekledim. Hala bana gülümseyerek bakıyordu boklu dere rengi gözleriyle. Sonra “5000YTL borç mu vereyim???” dedim hayretle. Söylediğim şeye kendim bile inanamıyordum. Bunca yıldan sonra, olacak şey değildi.
Ebru’nun rengarenk hırkasının üstüne kustum. Ağlamaya başladım…
2 Ağustos 2008 Cumartesi
İNSANIN EN YAKIN DOSTU KİMDİR?
Beyoğluna çıktım, Nevizadede Akdenize oturdum. Yanımda bir keçi ve Samuel Beckett’ın watt adlı kitabı vardı. Bakalım hangisi en iyi dostum çıkacaktı. Siparişi almaya gelen çocuk önce yanımdaki keçiye garip garip baktı. Ot var mı dedim. Abi ne diyosun biz yasal bi iş yapıyoruz burada dedi. Lan manyak mısın olm ot keçi dostum için dedim. Bana bir bira, watt için de bir ayraç lütfen dedim. Tamam deyip gitti yanımdan.
Keçi dostum otunu yedi gözümün içine baka baka. Kitap dostumun ara sıra içini açıp okuyordum. Sonra kaldığım yerini unutmamak için ayracı kullanıyordum. Gerçekten de çok huzurluydum.
Keçi dostumun ardındaki masadaki kız birden çığlık attı. Bu ne rezalet yahu! Keçinin ne işi var barda diye. Tam ayağa kalkıp dostumu rencide eden bu densiz kıza haddini bildirecektim ki kız keçi dostumun çantasının köşesini yediğini söyleyip ağladı. Oha! Keçi dostuma “Hayvan herif niye milletin çantasını yiyosun kanka?” dedim. Gözlerini gözlerime dikip melül melül bana baktı. O an kitaplar insanın en yakın dostudur fikri geçti beynimden.
6 ıncı biramı bitirmiştim. Kafam bi dünyaydı. Keçi dostumla ilgili bi kaç sorun daha yaşamıştım. Kara kara leblebiler gibi, siyah zeytin çekirdekleri gibi kakasını yapmıştı masanın yanına sonra da işemişti. Bir süre tatsızlık olmuştu. Fakat etrafımdaki masalardaki tüm insanlar kalktığı için 4 üncü biradan beri sessiz sakin takılıyorduk dostlarımla. Kitap dostum bana gülümsüyordu masada durduğu yerden. Aldım elime ama birden yere düşürdüm. Kitap dostumun bir sayfası açılmıştı. Sanırım dostum bana bir şeyler anlatmak istiyordu. Okudum itiraz etmeden ;
“Hiçlik. Kaynağa. Öğretmene. Tapınağa. Ona sundum bunları. Bu boş yüreği. Bu boş elleri. Bu bilgisiz kafayı. Bu sürgün bedeni. Onu sevmek için az parçam yozlaştı. Onu elde etmek için attım az parçamı. Onu öğrenmek için az parçamı unuttum. Onu bulmak için yitirdim az parçamı.”
Kitap dostuma gülümsedim. Muhabbeti mükemmele çok yakındı. Keçi dostum birden Nevizadeyi birbirine kattı melemeleriyle. Kafasını sevip ona biraz daha ot istedim çocuktan. Ben de kalktım bi tuvalete gittim. 6 bira sıkıştırmıştı.
Döndüğümde keçi dostum da kitap dostum da yerde hareketsiz yatıyordu. Kitap dostumun yarısından fazlası yenmişti. Keçi dostumun ağzında kitap dostumun parçaları hafifçe çiğnenmiş, ıslak ıslak sallanıyordu. Keçi dostumun dili mürekkep rengindeydi ve dışarı sallanmıştı. Gözleri kapalıydı. Kitap dostumun üzerinde salyalar ve ot parçaları vardı. Birbirlerini öldürmüşlerdi yokluğumda. Dostlar böyle yapmaz dedim kendi kendime.
O an karar verdim insanın en iyi dostu insandır. Bi arkadaşı çağırdım içelim diye. Geldi mutlu oldum. İçtik gezdik tozduk. Bütün hesapları bana ödetti. Kanka param yok diye diye. Bankadan çekmeyi unutmuşum diye diye.
Eve dönerken insanın en iyi dostu kendisidir dedim ve buna inandım…
Not : watt son cümlesinde der ki "Yazdıklarımda simgesel anlamlar arayanların boynu altında kalsın."
1 Ağustos 2008 Cuma
HAYVANLAR GİBİ !!!
Kaptanı izliyordum sürekli. Çok eğlenceliydi. Adam minibüsün içine karşı tam bir istanbul beyefendisi fekat minibüsün dışındaki hayata karşı inanılmaz acımasızdı. Bana beyefendi diye hitap ederken saniye geçmeden kafasını omuzlarına kadar pencereden dışarı çıkarıp "Amuğa kodumun dümbükleri" diye haykırıyordu. Kızacak bir şeyleri hep olabiliyordu. Anlayacağınız yolculuk mükemmele çok yakındı hahah.Neyse lafı uzatmıyayım kaptanımız minibüsünü bir hayvan gibi kullanıyordu. Daha doğrusu onun kontrolündeki minibüs trafik içinde bir hayvan gibi ilerliyordu. Kah tıslıyor kah duruyor. Saldırıyor, pısıyor bi yere gizlenip aniden ortaya atlıyor. 20 metre içinde 90 km hıza çıkıp zobank diye fren köklenerek duruveriyordu. Dolayısıyla böylesine bir minibüsün içindeki ayakta giden yolcular çok samimi olmuşlardı birbirleriyle. İçerisi lunapark gibiydi. Tombalaklar, dömi voleler gırla gidiyordu. İnsanımızın unuttuğu bir yardımseverlik, bir zor durumdakine el uzatmalar, yüzlerde anlayış dolu gülümsemeler peydah olmuştu. Herkesin içindeki çocuk gülümsüyordu. Kah biri diğerini yerden kaldırıyor, kah öteki öbürünün yere düşen çantasını alıyordu. Yerden çantayı almak için eğilen genç fren köklenince kafayı zobank diye direğe koyuyor. “Abi biraz yavaş sürsene” kelimelerini kullanarak sivrisinek taklidi yapıyor. Kaptan minibüse bindiğim ilk andan beri yaptığı üzere yan tarafta giden bi arabaya salya sümük fışkırtarak küfrettiğinden duymuyor başını sıvazlayan çocuğun başarılı sivrisinek taklidini. Çocuk iyi ki duymadı diye seviniyor.
Trafik pert olmuş. Bizim hayvan bi süredir olduğu yerde tıslayıp duruyor. Yaklaşık 15 dakkadır duruyoruz öylece. Belli ki bu fırtınadan önceki sessizlik. Ve evet yan şeridin ilerlemeye başladığını görür görmez bizim hayvan atılıyor ordan gitmek için fekat dakikalardır o şeritte bekleyen hemen yanımızdaki araç buna izin vermeyecek gibi çünkü ilerliyor. Ve bizim kaptan inanılmaz fantastik bi olay gerçekleştiriyor o an. Sağ tarafındaki bozuk paraları istiflediği kutuya elini daldırıp eline ne geldiyse arabanın kafasına fırlatıyor, “ğasgödünekjdasd kodumunun amkdsiksokjasorropğsuçocuğü” diyerek. Kesmiyor bi de arabanın tepesine tükürüyor. Hahahha Ama yine de hiç memnun değil! Suratında net bir memnuniyetsizlik var. Biraz da şaşkın. Birden bozuk paraları aldığı yere bakıyor. Ve ilk kez minibüsün içine karşı sinirleniyor “Lan hepsi 5 kuruş 10 kuruşmuş! Tikir tikir ses çıkardılar! 1 lik demir yok mu?” Ben orda yarıldım artık tutamadım kendimi. Minibüsçe sinirler gerildiğinden benim kahkaham milleti yardırdı. Herkes bastı kahkahayı. Minibüsçe gülüyoruz. Kaptan da bize bakıyor. Çakmak çakmak delilik akıyor gözlerinden, aynı zamanda çok da müşfik. Delilikle müşfiklik arasındaki ince çizgide durmaktan vazgeçip o da basıyor kahkahayı. Kaptanın kahkahasını gören sivrisinek oğlan, yolculuk boyunca kafayı gözü oraya buraya vurmuş çocuk da basıyor kahkahayı, rahatlıyor gariban. Tepesine bozuk para boca edilen kadın şoför ise olaya bir anlam veremediğinden ne olduğunu anlayamadığından, her iki elini de ağzına götürmüş korkuyla bize bakıyor. Hayvanlar gibi gülüyoruz minibüsçe. kadın bizden çok korkuyor...
DENVER THE LAST DINOSAUR
Evet haklısınız konumuz "Denver the last dinosaur" adlı çizgi film. Bilen bilir, ulan ne saçma sapan bi çizgi filmdi bu. Bi de oturup izlerdim bunu. İzlerken bile içimi bi sıkıntı kaplardı sikim böle çizgi filmi felan derdim ama niye yine de izlerdim onu bilmiyorum. Aklımda sürekli şimdi zap yapacam fikri gezerdi. Ama sonuna kadar izlerdim gerzek gibi.
Kaykaycı gençlerin bulduğu dinazor yumurtasından çıkmış, pembe çerçeveli güneş gözlüğü takan, gitar çalan dinozor yavrusu ve maceraları. Konuya bak amına koyim. Biliyorum, insanın geçmişi ile barışık olması rasyonel olanıdır fakat bu konuda kendime bi türlü hak veremiyorum, affedemiyorum kendimi. Nasıl böyle bir çizgi filmi izlerim lan ben diye. Lanet olsun bana! Vay bana vaylar bana...
Hele bi de bu çizgi filmin abuk subuk bi cingılı da vardı ki hala aklımdadır bazen duşta söylerken yakalıyorum kendimi. Tiksiniyorum kendimden işte o an. Utanç gözyaşlarım duştan akan tazyikli sulara karışıp sızıyor şehrin kanalizasyonlarına. Bense Denver denen komple salak dinozorun kafamdan bir türlü silemediğim hatıraları ile karanlık hayatıma geri dönüyorum.
Hayat daha da mı var!?!!!