17 Aralık 2008 Çarşamba

UYUYANLAR VE DÜŞ GÖRMEK İSTEYEN DÜŞKÜNLER HAKKINDA

10 yaşından beri uyuyor sanki. Şimdi ise bu odada…

Bugüne kadar yattığım yataklardan hiç biri bu geceki kadar rahatsız edici değildi. Uydurma sanki hergün başka yatağa yatıyor gibi!!! Aynı yatak işte. Olsun kanımı emiyor adeta, bilincimi eritiyor. Mücadele ediyor benimle. Yastık bas bas bağırıyor kulaklarımın içinden beynime. Derdi benden çok sanki. Anlatmak istiyor. Dinlemeye niyetim yok gibi sanki benim de. Şimdi düşündüm de tüm yataklar gergin, yaylı ve edilgen aslında. Şu halde hiçbir yatak rahatsız olamaz . Üzerine uzanan bedenin taşıdığı kafa rahatsızdır, üzerine uzanan bedeni örümcek ağı gibi sarmış sinirler yay gibi gergindir yatak değil. Uykusuzluk bir mevsimdir bu bedenlerde, hem kar yağar gibi hem de çöl sıcağı kavurur gibi bir mevsim. Beden çok geçmeden bu mevsimin tahakkümü altına girer, çatlar. Bundan sonra yaşayacakları uykusuzluğun artıklarıdır, hayat değil. Ve evet, bu garip mevsimi bilir başımı yastığın üzerine bıraktığımda, ağırlığından çukurlar açılır, ben düşerim içine. Kurtulmaya çalıştıkça çukur derinleşir ve sesim yankılanır içinde. Rahatsız olup derhal kaldırırım kafamı yastıktan. “Uykum gelmemiş henüz” deyip kaçarım yataktan. Lanet olası bir yatak bu derim. Yastık ondan beter. Şunlara bak ne de güzel uyuyorlar… Böyle güzel bir odada uyunmaz mı? En iyisi susmalı. Evet sus artık. Çok can sıkıcısın. Ve evet susayazdım… Terli birinin gırtlağından midesine gitmeye çalışan suyun sesini çıkaracakken hem de… Kim bilir nasıl düşler görüyorlar? Allahsızlar ! Düşlerinizi sikeyim ben sizin ! Ben niye düş göremiyorum lan ? Ah bir uyusam hepsini göreceğim ama yok işte… Bak nasıl da açık gözlerim! Kapakları pıt pıt açılıp kapanıyor. Bilerek yapıyorlar. Uykumu kaçırmak, bana düşlerimi unutturmak için yapıyorlar. Ben ne yapıyorum ? Alkole vuruyorum kendimi. Böylece uyuyabiliyorum. Ama düşsüz uykular bunlar… Sızma zeytinyağı kadar pürüzsüz uykular, içlerinde zerre bulanıklık yok. Böyle uykuyu sikeyim ben! Düşlerim nerde lan benim ? Neden onları göremiyorum ? Neden uyuyamıyorum? Neden ha? Sus artık düşünme… Konuşma bir sigara yak sen en iyisi. Hah evet demek ki henüz uykum gelmemiş. Derhal salona gidip bir sigara yakmalı. Yok ama şimdi uyandırırım hareket edersem bunları. Burada içerim sigaramı. Çakmak nerde? Hah burada. Yak bakalım efendi. Sigaranın dumanı aksın içeriye karıncalar gibi. Hakikaten de ne çok benziyor sigara dumanı bu karıncalara. Yalnız karıncalar yemek peşinde, sigara dumanı hava akımı peşinde. E neresi benziyor o zaman bunların? Metafor olm metafor bunlar. Uykusuz geceler insanı böyle kendi kendine konuşturur işte. Düşleri olmayan adamlar kendi kendine anlatır durur. Durduğu yerde bir yenisi başlar devam eder hikayelerin. Hikaye olm bunlar hikaye. Hepsi de yazılmış çizilmiş. Anlatacak ne kaldı ? Görülecek düşler var sadece işte. Bir yatsan göreceksin . Belki de ondan yatmıyorum. Ya hepsini birden görürsem? Ya görecek düşlerim de kalmazsa? O zaman ne umudum kalır lan benim ha? Ondan mı uyuyamıyorum lan ben yani ? Bu bana bilinçaltımın bir oyunu mu? Arabesk şarkı gibi oldu bu hahaha Savunma refleksi mi yoksa? Amma stratejik, plancı bir satılmış olmuşum lan ben böyle? Haberim yok tüm bu gelişmelerden kendi bedenimde. Evet kafadan beyin bildirdi. Çok sağol beyin diyor ve yuh artık deyip ciğerlere bağlanıyoruz. Sigarayı çok hızlı içtin yavaş iç. Sigara biterse ne yaparım ben şimdi? Açık bakkal var mıdır acaba? Uzayda şu an kaç yıldızda patlamalar oluyor acaba? Ya bu matematik? Nasıl ben birim de bir aslan da bir? Ya da üç insan da üç, se de üç? Bu nasıl bir hile? Bunlar nasıl birimler böyle? Ya ben bunları düşünürken nasıl uyuyayım? Ben her gece nasıl uyuyayım? Her sabah nasıl uyanayım ?


Düşümde bir kedi ile konuşuyordum. Kediye her şeyi anlatıyordum. Hiç olmadığım kadar rahat ve tüm sorunlarımı bilir bir tonda sakince anlatıyordum kediye. Ben bir sekoya ağacının üzerinde oturuyordum. Kedi ise tam da karşımda havada duruyordu. Sağ ayağımdaki izin nasıl olduğunu, hayatımı nasıl satın aldığımı, o golü nasıl attığımı, anneannemi özlediğimi, saat kulelerinin aslında uzay mekikleri olduğunu, denizin içinden giden bir gizli yol bulduğumu fakat henüz cesaret edip içine giremediğimi, sol gözümün aslen bir gözetleme kulesi olduğunu, sağ gözümün de nöbetçi olduğunu anlatıyordum kediye. Kedi bana arada “mırrr” diyordu. Ben anlıyordum kedi bana “Devam et” diyordu. Ben de devam ediyordum. O sırada arkadan kediye yaklaşan bir Rus gördümse de pek paniklemedim. Kediyi tedirgin etmeyeyim diyerekten ona türlü şaklabanlıklar yaptım. Kedi geldi kucağıma oturdu. “Sev beni, okşa” dedi mırlayarak. Sekoya birden bir Bonzai oldu ve biz yere indik. Rusun arkasından bir Greenpeace üyesi gözüktü belli belirsiz. Elinde bir papatya, kafasında da bir gaz maskesi vardı. Ve çok coşkulu, potansiyel bir sessizliğe sahipti. O sırada 2 adam belirdi. Milliyetlerini anlayamamıştım. Bu güzel Rus kızını birden havaya kaldırıp yere indirdiler, yıllardır onu bekliyorlardı sanki. Üzerinde ne varsa yırttılar. Rus kız çırılçıplak kalmıştı. Sırt üstü yatırdılar ve tecavüz etmeye başladılar. Kız Rusça ağlıyordu. Adamlar Rusça olmayan dillerde zevk alıyordu. Greenpeace üyesi derhal kendisini adamlara zincirledi zira Rus kızı yatırdıkları çimenlikteki çimleri eziyorlardı. Slogan atıyordu Greenpeacece. “Çimlere ezeni biz de ezeriz” diye. Rus kız sevinmişti belki de kurtulacaktı “Yuh ulan sana be Greenpeace” diyerek bir heyecan ayağa kalkınca ben, munis kedi fırladı gitti kucağımdan. Kaçtı. “Dur” dedim durmadı, “Kedi” dedim tınmadı. O kadar sinirlenmiştim ki “ Ulan ben şimdi kime anlatacağım lan derdimi ha ?” dedim birden Türkçe lisanında. Adamlar bana Türkçe olmayan bir şekilde baktılar. Greenpeace üyesi zincirlerini kontrol etti. Rus kızı yine sevinmişti, bu kez beni görünce. O sırada bir yağmur başladı diyeceğim ama yağmur damlaları dinozor embriyosu şeklinde. Nasıl sağanak ama! Zıp zıp ortalık dinozor doldu. O sırada uyandım işte … Ya sen neler yaptın?

10 yaşından beri düş görüyor… 15 yıldır 10 yaşından gün alıyor…

Sigara bitti işte. Ben demiştim. Ne yapacağım ben şimdi? Uyusan artık diyorum yarın iş var. İşine de sana da bana da ona da uykuya da! Off be! Ben bittim artık be. Hangi birine aklımı ayırayım ki ben? Uyumak öyle kolay iş mi sanıyor bu insanlar be? Her gece nasıl yatağa yatıp, gözlerimi kapatıp sonra da şuursuz bir şekilde hareketsiz kalayım lan? Bilincimi mi kaybedeyim yani? Uykum yok işte. Bir kere bir eşittir bir. O kadar. Kerat cetvelinin başlangıcı da amma kolay ha. Bir kere bir eşittir bir. Sonradan sapıtıyor. Bak yine matematik geldi işte. Koyun mu saysam acaba? Dur doldurma şimdi koyunları odaya. Geçen sefer neler olduğunu unuttun mu? Odaya doluşan koyunların meleşmesinden cinnet geçirecektim. O da doğru. Sessiz bir hayvan sayayım ben en iyisi. Köstebek sayayım. Gerçi köstebeği şu an kafamda canlandıramadım. Sayılarla ifade etmek güç geldi birden. Bir bile diyemedim. Köstebek sonsuza gitti iyi mi? Yahu nerden uydurdun sen şimdi sayı sayınca uykunun geleceğini? Ya da normal sayı say işte neden hayvan sayıyorsun ki? Yok ya o zamanda sayılar dolsun odaya? Dördün sivri yerleri gelip bana batsın uykumu kaçırsın di mi? Olmaz öle şey. Lanet olsun sayılara zaten. Her yerde onlar var. Sayılar yüzünden zaman var. Saat var. Para var. Paraların üzerinde onlar var. Gece var gündüz var. Uyku var ama benim yok. Her şeyim var bir tek uykum yok. Sigaran da yok… Evet ben bakkala gidiyorum. Uykum gelirse söyle beklesin beni…






Düşümde bir denizde yürüyordum. Deniz sarıydı, kıpır kıpırdı. Ben üzerinde yürürken birden deniz bitti. Bir gökdelenin damı olmuştu heryer. Ben ucundan aşağıya bakıyordum. Bıraktım kendimi aşağıya çok düşünmeden. Gözlerim kapalıydı. Ben yere doğru hızla inerken bir martı gelip başıma kondu yavaşça. Uzaklaş buradan ben ölüme gidiyorum dedim martıya. Martı hiç oralı bile olmadı. Etrafı izliyordu sakince. Ben hızla yere doğru gidiyordum. Nefes almakta zorlanıyordum. Yüzüm gerilmişti. Şu an bir ayna olsa da yüzümü görebilsem diye gülümsedim. Çok komik olduğundan emindim. Artık caddeye çarpmam an meselesiydi. Zira az önce 5 inci katta duran bir yemek odasının önünden düşerek geçtim. Gözlerimi kapattım martıda bir hareketlenme hissettim. Martının kanatları kol olmuştu. Ve beni koltuk altlarımdan yakaladığı gibi havada sabit tuttu. Yerle aramda yarım metreden az bir mesafe kalmış, havada asılı duruyordum. Martı beni birden bıraktı. Ayağımı burktum sanırım. Düşmenin şiddetinden acılar içindeydim. Martıya küfür ettim. Martı yanımda yatıyordu. Kanatları çok yorulmuştu. Yerde bulduğum bir taşı vurdum kafasına. Cadde bir ölü bekliyordu aşağıya çünkü. Ve bana verdiği bunca acıdan sonra martı hak etmişti bu ölümü ben değil. Bileğim çok ağrıyordu hemen şişti. Martı ölmüştü. Kafasının yerinde bir taş duruyordu. Ayağa kalkıp eve doğru sekerek yürümeye devam etim. Cadde sapsarıydı. Sonra birden bir dalga çarptı yüzüme. Deniz çok güzeldi. bir dalga daha çarptı suratıma. Sonra uyandım işte. Sen neler yaptın ?

10 yaşından beri çocuk değildi. 15 yıldır bu yatakta, bu pencere önündeydi. Aklı başında bir çocuk gibi yatıyordu, gözleri açık uyuyordu.

Geldi mi uykum ben yokken? Az evvel gitti. Neden bekletmedin be adam! Beni beklesin demedim mi ben sana? Neyse… Sigaramız var artık. Yakalım madem bir tane daha. Çekelim içimize ne var ne yok. Dolsun içimize sonra çıksın içimizden ne var ne yok. Kalalım hiçlikle dolu bedenimizle. Sonra yine çekelim içimize sonra yine üfleyelim. Boş bir bidon gibi kullanıyoruz kendimizi resmen. Sürekli doldurup boşaltıyoruz ya bu bedeni… Ne bulursak onunla. Okuyup okuyup dolduruyoruz. Anlatarak boşaltıyoruz sonra. Bomboş kalıyoruz. Aynı insana bir daha anlatamazsın. Tekrar dönüp dolman lazım konuşmak için. Zaman lazım. Sonra dertleri dolduruyoruz sonra anlatıyoruz, boşalıyoruz. Erkekler çabuk boşalıyor ama kadınlara göre dokuz ay kadar. İnsanlar hep dolup boşalma derdinde. Ama benim anlayamadığım neden dolduktan sonra bir köşede oturmuyoruz öylece? Dolu olmak rahatsız ediyor demek ki. Boşalmak gerekiyor. Ama boşalınca da dolmak gerekiyor. Boş olmak rahatsız ediyor bizi demek ki! Yemek yemek ve sıçmak gibi… Of sigara içmek de nefes almak gibi bir şey sıkıldım birden. Çok yeknesak. Bu ritim beni delirtecek. Çok yorgunum. Uzanmam lazım. Bira var mıydı? Buz gibi hem de. İçelim o zaman. Biranın ne suçu var yalnız başına buzdolabında duruyor? Gelsin o da. Oturalım. O da dolsun içimize. Uykum gelirse belki utanır biraz bunca yareni görünce etrafımda. Hep benim haberim yokken geliyor yıllardır. Sonra yine benim haberim yokken çekip gidiyor. Seviyesiz ve içinde hiç saygı olmayan bir ilişkimiz var. İstediği zaman geliyor istediği zaman gidiyor. Anlıyor musun beni ? Neden anlamayayım ki? Sıradan bir ilişki bu. Dramatize etmeni anlayamıyorum sadece? Demek ki sen çok veriyorsun ve ona verecek bir şey kalmıyor. Hımmm… Bunu düşünmem gerekecek. Sanki haksız değilsin gibi geldi bana. Evet karar verdim ve şu halde uykum ile ilişkimi askıya alıp, zamana bıraktım. Zaman çok güvenilir bir dost. Her şeyi ona bırakabilirsin. Ben hiç güvenmem. Bıraktığını geri aldığında tamamen farklı olur. Zaman hep değiştirir. Belki geri verir ama hak ettiğini düşündüğü kadarını verir. Ama bu kadar değildi bu desen de artık zaman geçip, gitmiş olur. Elinde tuttuğun kadarı ile kalırsın. Zamanın adil olduğunu söylemedim sana ben. Güvenilir olduğunu söyledim. Adil olmak sana bağlıdır. Bırakmayı aklına koyan sen değil misin zamana? Çok mu adildin yani bırakırken? Şu halde sensin asıl güvenilir ve adil olmayan. Esnedin bak. Evet uykum geldi işte. Merhaba…


Düşümde bir Akdeniz pansiyonunun iç avlusunda bir aşçıydım. Elimde kepçem ile bahçenin ortasında yakılmış ateşin üzerindeki kazanı keyif içinde karıştırıyordum. Yemek yapmayı çok seviyorum diye düşünmeden edemiyordum. Avlu yavaş yavaş akşam yemeği için yerlerini alan turistler ile dolmaya başlamıştı. Turistlerin bedenleri nedense, geldikleri ülkenin bayrakları rengindeydi. Derhal kendi vücudumun rengini kontrol etmek için sıyırdım kolumu, açtım düğmelerini gömleğimin. Renksizdim hatta şeffaftım. Göğsüme baktığımda üzerinde durduğum avlunun toprağını görüyordum. Kapattım düğmelerimi. Gerçek bir pansiyoncu olmuştum demek ki bunca yıldan sonra, gerçek bir haymatlos. Yıllardır burada çalıştığımı hatta bu pansiyonun sahibi olduğumu anladım o an. Çok mutlu bir aşçıydım. Neşeli şarkılar mırıldanıyordum ki mavi-beyaz-kırmızı teninde yıldızlar olan bir adam bana doğru yürümeye başladı. Bana yaklaştıkça vücudu büyüyor, yer sarsılıyordu. Artık mutluluktan çok bir tedirginlik kaplamaya başlamıştı vücudumu. Bu densiz adamı gören diğer turistler de masalarından kalkıp bana doğru hareketlenmeye başladılar. Farklı dillerde ve renklerde bir gürültü kapladı avluyu. Güneş battı birden ve yerine ay çıkmadı. Avluyu ıslak bir karanlık kaplamıştı. Şıpır şıpır terliyordum simsiyah. Yıldızlar sadece bana yaklaşan adamın üzerindeydi. Gözlerim acıdı. Kazanımı karıştırmaya devam ediyordum. Kimseyi görmüyordum ama bana doğru gelmeye devam ettiklerini hissediyordum sarsıntılardan. Paçamı çekiştirmeye başlayan köpeğimi görünce gülümsedim birden. Köpeğimi derhal turistlerin üzerine saldım. İlk havlamasında güneş doğdu, ikinci havlamasında herkes yerine oturdu, üçüncü havlamasında ben dile geldim. “ Sayın misafirlerim! Bu noktadan sonra ben havlamaya devam edeceğim…” dedim ve havlamaya başladım. Neşeli bir şekilde havlayıp, yemeğimi karıştırıyordum. Güneş içimi ısıtıyordu. İlk havlamamda köpeğim patladı, ikinci havlamamda turistler patladı, üçüncü havlamamda pansiyonum patladı. Elimde kepçe önümde kazan bir ben kalmıştım artık. Ne yiyeceğiz bu akşam biz yahu dedim kendime. Kepçeyi kazana daldırıp çıkardım. Kepçede kendi kafamı gördüm. Sonra tekrar bıraktım kazana. Karıştırmaya devam ettim. Eh güzel kendimi yiyecekmişim ben bu akşam dedim. Keyifliydim. Düğmelerimi açıp tekrar vücuduma baktım hala yoktu ama artık nerede olduğunu biliyordum. Kazanda, suyun üzerine çıkmış parmaklarımı tanıdım. Bacağım bir ara göründü. Ben karıştırdım. Onlar da suya battı. Düğmelerimi kapattım. Yemek lezzetli görünüyordu. Neşe içinde havladım. İlk havlamamda uyandım… Sen neler yaptın ?

10 yaşından beri insanlardan nefret ediyordu. Şimdi bu odadan nefret ediyordu onlardan. Dünyanın her yerinden insanlardan nefret edebiliyordu. Garip bir tutarlılığı ve yeteneği vardı bu konuda. Ha oda, ha bütün dünya fark etmezdi. Hepsi de duvarlarla sınırlıydı. Birkaç kez yürümeye çalışmıştı sınırlara doğru. Almıştı boyunun ölçüsünü. İnsanlar arasındaki duvarlar odadakilerden daha sert ve can yakıcıydı. Nefret garip bir duygu. İlk o zaman hissetmişti nefreti içinde bir yerlerde. Ne yapması gerektiğini anlayamamış ve oluruna bırakmıştı. Oluru ise arkadaşının kafasında patlayan tabure olmuştu. Olmazı ise öğretmeninden ensesinin köküne inen tokattı. Bu hiç iyi olmamıştı. Yani genel olarak. Arkadaşının kalemini istemişti sadece, onun olsun istemişti sadece. Vermemişti. Nefret filizlenivermişti içinde birden. Beslenmesi gerekmiyordu büyümesi için. Bu iyiydi çünkü vakit ayırmaya niyeti yoktu hiçbir şeye. O kendi kendini büyütüyordu. İçinde olduğu bedenlerden bağımsız garip bir büyüme şekli var nefretin. Tanımsız bir inorganik madde gibi. Birkaç yıl sonra okul bahçesinde üzerine basıp ezdiği böcekleri öğrencilerin üzerlerine atarken değil de ensesine inen müdürün tokadında birden boy atmıştı nefret içinde. Artık boyu boyuna denk gelmişti. Okuldan atıldığı bir başka gün eve dönüş yolunda, annesinin ağlamalarla karışık bağıra çağıra konuşmalarını hiçbir zaman hatırlayamadı. Ondan da nefret etti sadece. Elele eve döndüler. Artık yıllar geçti. ama o günden beri çıkmadı hiç evden, odasından. Annesi çıktı bir kez. Ağlayan başkaları da vardı annesinin yanında, çıkarken. Gitme anne demek geldi ise içinden, tek bir kelime dahi çıkmamıştı ağzından. Kapıyı arkalarından kapattığından beri 4 gün geçmişti…

Merhaba der demez kaçtı uykum gördün değil mi ? Lanet olası. Bana hiç saygısı yok. Zamana bırakmamış mıydın sen uykun ile ilişkini ? Neden kızdın yine ? Sus, konuşma ve gülme. Sigara yakalım. Saat kaç oldu ? Ya da boş ver söyleme. Kaçsa kaç ! Bana ne. Kaç olduğunu öğrenince ne olacaksa? Aaa çok geç olmuş ben uyuyayım en iyisi diyeceğim sanki. Bu lafı söyleyip gidip uyuyanlar da var hayatta biliyorsun değil mi? Ne kadar kolay ! Uykum geldi ben yattım. Çok basit. Hiç bir şeyi sorgulamaz bunlar. Uyur gezer bunlar. Dünyadan haberleri yok. Ama bak ben öyle değilim, her şeyden haberdarım. Vakit ayırıyorum çünkü kendime. Anlamaya çalışıyorum. Okuyorum, yazıyorum, anlatıyorum. Ee bi işe yarıyor mu bari? Ne biçim soru bu şimdi? Birayı uzatsana… Anladın işte. Neden dünyadasın anlat bakalım madem bu kadar vakit ayırıyorsun bu sorunun cevabına. Neden dünyadayım ? Anlatırım fakat ben ölene kadar sürer anlatmam. Vaktin var mı bir ömür kadar? Yok peki tamam anlatma hahhaha o kadar vaktim yok benim. Gördün mü bak? Anlatayım diyorum dinlemiyorsun bile. Zaten birkaç kez konuşmaya çalıştım bunlarla, yani diğer insanlarla yok mümkün değil anlaşamıyoruz. Dönüp dolaşıp kendi boktan, bir sikimlik hayatlarını anlatıyorlar. Kimse beni dinlemiyor! Hahaha Onlar ah onlar delirtecek beni. Bu kadar nasıl meraksız olurlar. Neden burada olduklarından bile bihaberler. Dünyada neden varsın diye sorsam sanki merhaba dünyalı ben uzaylıyım demişim gibi bakarlar. Deli derler dönerler basitliklerine. Satılmışlar! Basit hayatlar, basit uykular. Rüya bile göremez bunlar kesin. Kıskanma! Uyuyorlar bal gibi işte. Tepe tepe rüya da görüyorlar sen de biliyorsun. Hiç yaratıcı değildir ama kesin rüyaları. Oysa ben bir uyuyabilsem nasıl güzel rüyalar görürüm bir bilsen. Kendime çok güveniyorum bu konuda. Mest olurlar beni dinlerlerken, yağlandıra ballandıra anlatırım rüyalarımı. Müzik dinleyelim mi?

Düşümde uluslararası bir konferanstayım. Koca bir salon benim konuşmamı dinleyeceklere ayrılmış. Diyeceklerim bir cam gibi kafamda duruyor. Ama birden olan oluyor ve her şeyi unutuveriyorum oracıkta. Cam tuzla buz olup beynime batıyor binlerce noktadan. Adımı bile hatırlamıyorum. Sadece orada neden olduğumu ve unuttuğumu hatırlıyorum. Onun dışında tek bir kelime bile yok beynimde. Beş ayaklı, tek gözlü ve masmavi bir yaratık kan kaybediyorum diyor bana. Dur diyorum ona. Şu an sana yardım edemem. Konuşmamı hatırlamıyorum diyorum. Yaratık garip sesler çıkararak erimeye başlıyor. O eridikçe ben geriye doğru bir adım atıyorum. Yaratık yerde mavi bir sıvı birikintisi olana kadar eriyor. Ben duvara çarpana kadar geriye adım atıyorum. Delirmek üzereyim. Tam bu sırada bir kadın koluma giriyor. Siz iyi misiniz? Gelin benimle diyor. Beni konferans salonunun bir üst katına çıkarıyor. Salonu görür bir penceresi olan bir odaya giriyoruz. Kapıyı kapatıyor ve üzerindekileri çıkarmaya başlıyor. Kadını soyunurken görünce nedense kafasında tek bir kelime bile olmayan ben derhal soyunmaya başlıyorum. Sanki bu konferansa bu kadınla sevişmek için gelmişim gibi sakinim. Kadının kilodunu çıkarmasına fırsat vermeden yırtarak çekiyorum kilodunu ve arkasına geçiyorum. Kadının suratını pencereye dayayıp girip çıkmaya başlıyorum arkasından. Salon yavaş yavaş doluyor. İkimiz de izliyoruz pencereden. Salon tam dolacakken ben boşalıyorum kadının içine. Bu kez kadını sırt üstü masaya yatırıyorum. Çok sert girip çıkmaya başlıyorum. Salondaki herkes ayakta alkışlamaya başlıyor bizi birden. Bütün bakışlar pencereye dönmüş. Bravo diyorlar. Ben utancımdan kadının dibine giriyorum. Zevkten ölmek üzereyim bu arada. Penisim hiç inmeyecekmiş gibi duruyor. Kadın defalarca orgazm oluyor. Salon alkıştan yıkılıyor. Ben gidip gidip geliyorum. Kadının göğüslerinin sallanışından oracıkta hipnotize oluyorum. Kendime geldiğim o an, bir suya balıklama girdiğimi hissediyorum. Su kapkaranlık. Dimdik girdiğimden bir süre sonra su yüzeyinin ne tarafta olduğunu algılayamıyorum. Çok derindeyim ama bunu hissediyorum. Bir süre bir tarafa doğru yüzüyorum. Nefesim azalmaya başlıyor. Gittiğim yönden vazgeçip başka bir yöne doğru yüzmeye başlıyorum. Tek bir ışık bile yok etrafta. Nefesim tükenmek üzere. Damarlarım şişiyor boğazımdaki. Kanım çekiliyor sanki. Nefes almak istiyorum. Başka bir yöne yüzüyorum bir süre. Çıldırmak üzereyim. Suyun içinde çaresizce çırpınmaya başlıyorum. Suyun yüzeyi ne tarafta bilmiyorum. O sırada uyandım. Sen neler yaptın ?

Annem öldü 4 gün önce… Sonra da uyudum bazen de uyuyamadım…


Not : Söz konusu metin Norman Bates’e ithaf edilmiştir. Alt metincileri sevelim, onları koruyalım…

6 yorum:

Adsız dedi ki...

yazı nefis ama yorum yazma gerekçem bu değil.

bunu okumadan bir iki gece önce rüyamda sizi görmüştüm t&t durden. aptalca bir rüyaydı, bir toplumsal harekete katılmıştım rüyada da, hareketin lideri de siz çıkmıştınız. tanıştırdıklarında da -fiziken- norman bates'e çok benzediğinizi düşünmüştüm.

rüyadan iki gün sonra burda böyle bir yazı görmek tuhaf bi tesadüf oldu.

Travis and Tyler Durden dedi ki...

Sevgili adsız,

Herşeyden evvel bu yazıma ilk yorum yapan olmanız nedeniyle teşekkür ederim. Ben sanırım kimse okumayacak diye düşünmüştüm. Vakit ayırdığınız için de saygılarımı sunarım.

Rüyanıza gelince cevab veremedim : )))

Saygılar,
t&t

Jondaff dedi ki...

matematik bilimine merak saranların geceleri hep kabuslu geçiyor sanırım. ''düşün! bize matematik dünyasının kurgusal ve sonsuz olduğu öğretildi. Bunu kabul ederim. 1'den sonra 2 gelir dendi. Bunu da kabul ederim. Ama sonra, 1 ve 2 arasındaki sonsuzluğu düşündüm. Peki o nereye gitti?''. ve hayatı bu sorunun cevabında ara. uykusuzluk aslında devamlı bir uyuma hali de olabilir. insanın gözleri bakar ama görmez. ama norman bates' in gözleri velfecri okuyor tabi

Travis and Tyler Durden dedi ki...

Sevgili jondaff,

Matematik gibisi yok hakkaten, çok haklısınız.

Saygılar,
t&t

Adsız dedi ki...

bir arkadaşım erdenay ve kutluaylı yazıyı çok sevip bana da linki gönderdiğinden beri, hep okuyorum yazıları. çok severek...ortak birşey buldum düşünceler arasında. sonsuzlukta, ölümde, mevlanada, rüyalarda, gerçekliğin nerede başlayıp bittiğinde...anne...sevgi ve nefret bir arada. sigh. bir kucak sevgi gönderiyorum. ya da bir kucak ile iki kucak arasında diyelim. sonsuz olsun.
deniz

Travis and Tyler Durden dedi ki...

Sevgiler bizden size deniz : )

Saygılar,
t&t